e-posta ile Paylaş

GÖNDER

Kabala İlmi, dünyadaki tüm ilimleri kapsar.
Baal HaSulam “Özgürlük”
“Bu ilim, gizliliğin sonunda çocuklara bile ifşa olacaktır.”
Baal HaSulam “Kabala Öğretisi ve Özü”
Son neslin günleri yaklaştığında, çocuklar bile, kurtuluşu ve sonu bilip, bu ilmin sırlarını bulacaklardır.
Sulam’ın Önsözü ile Zohar Kitabı
“Ben’i arayanlar, Ben’i bulacaklar” ve yazdığı gibi , “Aradım ve bulamadım, buna inanmayın.”
Baal HaSulam “On Sefirot Çalışmasına Giriş”
MENÜ
Ana Sayfa > Genel > Putperestlere Tora’yı Öğretmenin Güçlüğü

Putperestlere Tora’yı Öğretmenin Güçlüğü

Makale No, 17, 1986/87

Atalarımız şöyle der (Hagigah 13): “Ami der ki: ‘Maneviyatın kelimeleri putperestlere verilmemiştir. Şöyle yazdığı gibi: ‘Kişi hiçbir ulusla böyle uğraşmaz’; O’nun hükmü olduğundan, onlar onları bilmez.’ Kabalist Yohanan şöyle der: ‘Öğretiye bağlanan putperest ölmelidir. Şöyle yazdığı gibi: ‘Musa peygamber bize bir yasa, bir miras bıraktı.’ Bizler mirası alanlarız, onlar değil.”

Gimara sorar, “Kabalist Meir şöyle der: ‘Nasıl böyle olur? Her şeye karşın, Öğretiye bağlanan bir putperest bile yüce bir erdemli gibidir. Şöyle yazdığı gibi: ‘Eğer bir insan onu yerine getirirse, onlarla beraber yaşar.’ Şöyle demez ‘Erdemliler’, ‘Leviler’ ya da ‘Yaradan’ı edinenler’, fakat ‘bir insan’. Bu demektir ki, manevi ilme bağlanan bir putperest bile yüce bir erdemli gibidir.”

Şunu anlamalıyız ki, çalışmadaki kurala göre tüm maneviyatı tek bir insanın içinde öğreniriz. Zohar her insanın içinde küçük bir dünya olduğunu söyler. Bu demektir ki insan içinde yetmiş ulusu barındırır. Dolayısıyla, insanın içindeki ‘insan’ nedir, “putperest” denir?

Kabalist Meir sözleriyle ilgili başka bir kanıt daha sunar, “Eğer bir insan yerine getirirse, onlarla beraber yaşar.” Buna karşın, Kabalist Şimon şöyle der: “Bir insan, Yaradan’a yönü işaret eder” ve ayetle ilgili şunu der: “Sana ‘dünyanın ulusları’ değil, ‘insan’ denir.” Dolayısıyla, Kabalist Meir, putperestleri işaret ederken, ‘insan’ kelimesini için nasıl bir kanıt sunar? Tosfot’un açıkladığı gibi, “insan” ve “bir insan” arasında fark vardır.

Raşi, “İnsan Yaradan’a yönelen demek” diyen Kabalist Şimon ile ilgili bir yanlış anlaşılmanın olmaması gerektiğini söyler. Bu çok basittir, o da Kabalist Şimon’dan -bir insan demek, Yaradan’a yönelen bir kişi demek konusunda- farklı düşünmez. Benzer şekilde Kabalist Yohanan ve Kabalist Meir arasındaki büyük ayrılığı, Kabalist Yohanan’ın “Maneviyata bağlanan putperest ölmelidir” demesini ve Kabalist Meir’in, o halktan gelen sıradan bir insan gibi değil, yüce bir erdemli gibi, demesini anlamalıyız. Halktan gelen biri, sıradan bir insandan daha yüce olabilir mi?

Zohar ve Sulam Tefsiri şöyle yazar: “Kabalist Elazar babası Kabalist Şimon’a sordu. Şöyle yazılmıştır: ‘Kişi hiçbir ulusla bu şekilde uğraşmaz.’ Ancak, ‘O sözünü Yakup’a söyledi,’ yazıldığından sormalıyız, neden şöyle der: ‘O’nun hükmü ve kanunları Yaradan’a yönelenlere?”

Bunun çift anlamı vardır: Manevi ilim gizli, yüce ve değerli olduğundan, O’nun mutlak adı, tüm ışığında gizlidir ve ifşa olmuştur, yani maneviyatta O’nun adı gizlidir ve değişmez.

Bundan dolayı, insan (Yaradan’a yönelen bir kişi) iki derecededir, perdelenmiş ve ifşa olmuş. Öğrendik ki, üç tane birbirine bağlanan derece vardır: 1) Yaradan, 2) Işık, 3) İnsan. Bu sebeple şöyle yazılmıştır: “O’nun sözü Yakup’a, O’nun hükmü ve kanunları insanlara.” Onlar iki derecedir: Biri ifşa olan, Yakup’un derecesi ve diğeri perdelenen, İnsan derecesi. Bununla ne anlatılmaktadır? Şöyle cevap verir: “Kutsal adın içine kazınan ve günahlarından arınan herkes, ışığının ifşa ettiği şeylere boyun eğmiştir.” “O sözünü Yakup’a söyledi,” cümlesinin anlamı budur.

Ancak, “O’nun hükmü ve kanunları insana” yüksek bir derecededir. Dolayısıyla, “O’nun hükmü ve kanunları insana” ışığın sırlarıdır. Yaradan’ın ışığı, kanunları ve sırları yüce derecedekiler haricindekilere ifşa olmamalıdır. Ve Yaradan’a yönelmişler böyle olduğundan yani sadece yüce derecede olana ışığı ifşa ettiklerinden, putperest uluslar için de bu böyledir.

Madde 303’te şöyle yazılmıştır: “Gel ve gör ki, maneviyatta çocuklara verilen ilk şey alfabedir. Bu dünya insanlarının arzusu ve tasavvur ettikleri bir şey değildir.” Yukarıda söyleneni anlamak için, önce bilmemiz gereken insan (Yaradan’a yönelmiş biri) nedir, putperest nedir konusudur.

Atalarımız şöyle der: “Ne içinde bilinmeyen bir Tanrı olacak, ne de bilinmeyen bir Tanrı önünde eğileceksin!” İnsanın içindeki bilinmeyen Tanrı nedir? Bu kötü eğilimdir. Bu demektir ki, putpereste “kötü eğilim” denir. Öyle anlaşılıyor ki, tek bir bedenden ve “yabancı bir Tanrı” ya da “bilinmeyen bir Tanrı” denilen putperestlikten bahsettiğimizde, tüm bunların insanın içinde olduğunu anlamalıyız. Buna göre insanın kendisindeki “kötü eğilimi” putperestlik ve iyi eğilimi İnsan (kalpteki sir/ Yaradan’ın kendisinden insana verdiği parça)  olarak algılamalıyız.

Ancak, neden insanın kendini memnun etmesi ve hayattan zevk alma dürtüsüne “kötü” dendiğini anlamalıyız. Kötü eğilim kişiye şöyle der: “Eğer beni dinlersen, hayattan zevk alırsın.” Öyleyse neden “kötü eğilim” ya da “bilinmeyen bir Tanrı” denir? Aynı zamanda putperestlik ve kötü eğilim arasındaki bağlantı nedir ve neden kişi putperestliğe hizmet ettiğinde buna “Tanrısallık” denip önünde eğilinir?

Bilinir ki dünyada iki kral vardır: 1) Tüm kralların kralı, 2) Yaşlı ve aptal bir kral, yani kötü eğilim. Ayrıca “iki otorite” de denir: 1) Yaradan otoritesi, 2) İnsan otoritesi.

Atalarımız der ki: Kişi doğduğunda, kötü eğilimle doğar. Şöyle yazıldığı gibi: “Günah kapıda bekler.” Bu demektir ki, kişi rahimden çıkar çıkmaz, kötü eğilim ona gelir. Çalışmada bunu, doğduğu günden itibaren içindeki kötü eğilime tüm kalbiyle ve ruhuyla hizmet ediyor olarak yorumlamalıyız.

Ancak, “Zohar Kitabı’na Giriş”te açıklandığı gibi, kötü eğilim sadece içimizdeki alma arzusudur. Kişi doğar doğmaz tek arzusu alma arzusuna hizmet etmektir. Bu demektir ki tüm duyuları yaşlı ve aptal krala nasıl hizmet edeceğine odaklıdır. Kişi onun önünde eğilir, eğilmek demek mantığı ve aklı zapt oldu demektir.

Bu demektir ki, bazen insan kralların kralına hizmet etmesi gerektiğini duyar ve bazen de aklı ve kalbi alma arzusuna hizmet etmek için doğmadığımızı fark eder. Dahası bu fikre tutunur ve şöyle der: “Mantığım bana tüm hayatım boyunca alma arzusuna hizmet etmenin değersiz fakat Yaradan’a hizmet etmenin değerli olduğunu göstermesine rağmen, ben mantık ötesi gideceğim. Diğer bir deyişle, beden ona şöyle der: ‘Kitaplardan ve yazarlardan öğrendiğin -Yaradan’a hizmet etmek zorunda olduğunu- her şeyi bir kenara bırak. Daha ziyade eskiden olduğu gibi şimdi de alma arzusuna karşı gelme, ona tüm kalbin ve ruhunla hizmet et.’”

Öyle anlaşılıyor ki, kişi alma arzusunun önünde eğilir çünkü “eğilme” mantığı zapt eder. Bu, kişinin bilinmeyen bir Tanrı’ya hizmet etmesi ve kutsallığa uzak olması olarak kabul edilir.

Bu durumda, ona hizmet eden kişiye “yabancı” ya da “putperest” denir ve bu insanın içindeki bilinmeyen Tanrı’dır. Diğer bir deyişle, bilinmeyen Tanrı, dışarıdaki bir şey yani insanın kendi bedeninin dışında hizmet eden bir şey değildir. Bu duruma, kişi putperestlik suçu işliyor düşüncesinden ziyade, kişi içindeki “alma arzusu” denilen beden için çalışıp, ona hizmet ederek putperestlik suçu işliyor denilir ve bu insana “yabancı” ya da “putperest” denir.

Bu böyledir çünkü Kadoş’a (kutsal) Yaradan dendiğinden, kişinin Keduşa’ya (Kutsallık) bağlantısı yoktur. Şöyle yazdığı gibi: “Sen kutsal olacaksın çünkü Ben, Yaradan kutsalım.” Bu demektir ki, “Adanmış olacaksın.” Yaradan veren olduğundan, “form eşitliği” denilen O’nunla birleşmede (Dvekut) kişi de veren olmalıdır ve buna Keduşa denir.

Dolayısıyla, alma arzusu için çalışan kişi bir şey yaratır yani bu onun Tanrı’sıdır. Tüm kalbi ve ruhuyla sadece ona hizmet etmek ister ve yaptığı her şeyde, ihsan etme eyleminde bile, alma arzusunun menfaati haricinde bunu ihsan etme olarak dikkâte almaz. Kendini bundan uzaklaştıramaz ve Allah korusun hizmet edilmesi gereken bir şey inancına tutunur.

Aklı buna hizmet etmenin değersiz olduğunu düşünse de, doğduğu günden beri hizmet ettiği Tanrı’sının üstesinden gelme gücünü bulamaz. Buna “inanç” denmesinin sebebi budur çünkü alma arzusuna mantık ötesi hizmet etmektedir. Doğduğu günden beri bağlandığı ittifaktan onu ayırmak ve koparmak için bir sebep yoktur. Buna “putperest” ya da “bir yabancı” denir.

İnsan, bilinmeyen Tanrı’nın zıttı demektir, yani Yaşar El (Yaradan’a doğru). Bu demektir ki, tek niyeti her şeyin Yaradan’a doğru olmasıdır. Diğer bir deyişle, tek düşüncesi ve arzusu Yaradan’la birleşmektir ve alma arzusunun sesini dinlemek istemez. Ona “kötü eğilim” adının verilmesinin çok uygun olduğunu söyler çünkü ondan sadece zarar görmüştür.

Diğer bir deyişle, kişi onun dileğini yerine getirmeye ne kadar uğraşırsa uğraşsın, o kişinin Yaradan’ın hizmetkârı olarak çalışmasını o kadar engeller. Yani sürekli olarak kişi onun taleplerini yerine getirdiğinden emin olur ve istediklerini ona verir çünkü böyle yaparak, onun verdiği rahatsızlığı durduracağını düşünür. Fakat bunu tam tersini görür, alıcı ihtiyaçları giderildiğinde daha da güçlenir yani gittikçe kötüleşir.

Şimdi kişi atalarımızın şöyle söylemesinde ne kadar haklı olduklarını görür: “Kötü olana iyilik yapma,” yani kötü bir insana iyilik yapma. Bunun anlamı kötü eğilim olan alma arzusuna iyilik yapmanın yasak olmasıdır çünkü ona yapılan herhangi bir iyilik sonrasında o daha da güçlenerek kişiye daha çok zarar verecek hâle gelir. Ve buna “kötüden geri dönen iyilik” denir. Onlar tıpkı göldeki iki damla gibidir; yani kişi ona hizmet ettiği sürece, o zarar vermek için daha da güçlenir.

Ancak, kişi onu alıcı yapan kötülüğün ne olduğunu daima akılda tutmalıdır. Çünkü kişi daima yaratılış amacını -yarattıklarına iyilik yapmak- hatırlamalı ve Yaradan’ın sonsuz haz ve mutluluk verdiğine inanmalıdır. Bununla ilgili şöyle yazılır: “Eğer cennetin pencerelerini senin için açmaz ve taşana kadar bereketini sana akıtmazsam, ‘Beni bununla test et,’ der Yaradan.”

Yaradan’ın vermeyi istediği haz ve mutluluğu kişinin hissedememesinin sebebi, veren Yaradan ile, alanın arasındaki form eşitsizliğidir. Bu haz ve mutluluk almada utanca sebep olur. Utanç ekmeğinden kaçınmak için Tzimtzum (kısıtlama) denilen ıslah vardır, Yaradan’a memnuniyet verene kadar almamak. Buna “form eşitliği” denir, tıpkı atalarımızın söylediği gibi; “O merhametli olduğundan, sen merhametlisin.”

Bu demektir ki, Yaradan veren olduğundan, O’nda alma arzusu yoktur -ayrıca O kimden alacak ki?- bununla birlikte, insan da kendisi için çalışmayı istemediği bir dereceye ulaşmak için çabalamalı ve tüm düşüncelerini ve arzularını Yaradan’ı memnun etmek için kullanmalıdır. Sonra Yaradan’ın yaratıklarına vermeyi istediği haz ve mutluluğun genel adı üst bereketi almak için uygun kapları (Kelim) edinir.

Genel olarak, bereket NRNHY denilen beş kısma ayrılır. Bazen NRN‘de denir. Ayrıca üst berekete basitçe Neşama (ruh) ve Neşama’nın alıcısına Guf (beden) denir fakat bunlar kaynağa bağlı olarak değişen isimlerdir.

Öyleyse, yukarıda bahsedilen haz ve mutluluğu almaya kim engeldir? Sadece alma arzusu. Engel olur ve “almak için almak” denilen otoritesinden çıkmamıza izin vermez. Tzimtzum’un olduğu yer burasıdır, alma kaplarını ıslah etmek, böylece onlar verene benzer olacak şekilde ihsan eder.

Burada Dvekut dediğimiz form eşitliği vardır. Yaradan ile birleştiğinde, kişi Yaşamların Yaşamı’na bağlandığı için canlıdır. İçindeki alıcı vasıtasıyla, Yaşamların Yaşamı’ndan ayrılır. Bu sebeple atalarımız şöyle der: “Yaşamlarındaki kötülükle, onlara ‘ölü’ denir.”

Yaşamın bize verilmesini kimin engellediği açıktır: Bu sadece içimizdeki alıcıdır, bunu yukarıdaki değerlendirmelerden anlamalıyız. Öyle anlaşılıyor ki, tüm zorlukların ve acıların sebebi odur. Açıkçası “kötü eğilim” sözü onun için biçilmiş kaftandır.

Yaşamak isteyen hasta bir insanı düşünün. Yaşamını geri kazanması için tek bir çaresi olsun. Ve bu ilacı almasını engelleyende biri olsun. Açıkça bu kişiye “kötü insan” denir. Bizim için de bu geçerlidir. Kişi gerçek haz ve mutluluğun olduğu ihsan etme arzusu vasıtasıyla manevi hayatla ödüllendirileceğini ve alma arzusunun onu engellediğini öğrendiğinde, onu nasıl görecek? Elbette onu ölüm meleği olarak görmeliyiz. Yani o bize yaşam vermez!

Kişi bunun idrakine geldiğinde -alıcının, içimizdeki kötülük olduğunu- “insan” olmayı yani bedenindeki kötü eğilim putperestliği reddetmek, tövbe etmek, Yaradan’ın hizmetkârı olmak ve kötü eğilimin baskısından kurtulmak istediğinde, bu aşamada ne yapmalıdır?

Bunun cevabı atalarımızın şu sözlerindedir: “Yaradan insana şöyle der: ‘Oğullarım, kötü eğilimi ben yarattım ve onun şifası olarak ışığı verdim. Manevi çalışmaya bağlanırsanız, kötü eğilimin eline düşmezsiniz şöyle yazdığı gibi: ‘Eğer iyilik yaparsanız, o sizi yükseltmez mi?’ Ve eğer maneviyata bağlanmazsanız, onun eline düşersiniz, şöyle yazdığı gibi: ‘Günah kapıda bekler.’” Diğer bir deyişle, sadece manevi çalışmaya bağlanmanın gücü kötü eğilime hükmeder ve siz bu şekilde kutsallığa girersiniz.

Öyle anlaşılıyor ki, manevi çalışmaya bağlanan kişi için –çalışmada- çalışma amacı net olmalıdır. Bu böyledir çünkü maneviyatta zıtlık vardır. Atalarımızın söylediği gibi; ‘Neden şöyle yazılmıştır ‘Ve bu Musa’nın koyduğu yasadır’? Eğer ödüllendirildiyse, bu ona yaşam iksiri olur. Eğer ödüllendirilmediyse, bu ona ölüm iksiri olur.’ Bu sebeple, kişi maneviyata bağlandığında görmelidir ki, Işık ona ölüm getirmez.”

Ancak, eğer maneviyata bağlanarak ödüllendirilmeyeceğini, bunun ona ölüm iksiri olacağını söylerlerse bu noktada, ödüllendirilmekle, ödüllendirilmemek arasında böyle bir uzaklığın nasıl olduğunu anlamamız zordur. Ödüllendirilmemiş olmak yeterli değil midir? Maneviyata bağlanmayandan neden daha kötü olsun? Yani maneviyata bağlanmayan ölüm iksirini almasın ve maneviyata bağlanan çalışmasının karşılığında ölüm alsın. Böyle bir şey olabilir mi?

Bu soru “On Sefirot Çalışmasına Giriş” kitabında şöyle sorulmuştur (syf. 20,Madde 39): “Ancak, kutsal maneviyatın ona nasıl ölüm iksiri olduğunu anlamamız için onların sözlerinin açıklanması gerekir. Burada sadece çalışması ve çabası boşa gitmez fakat bunun karşılığında hiç fayda görmez ve manevi çalışma ona ölüm iksiri olur. Bu gerçekten kafa karıştırıcıdır.”

On Sefirot Çalışmasına Giriş” kitabında (Madde 101) “Yaradan kendini maneviyatta gizlediğinden, birkaç günaha sahip ve çok az manevi çalışma yerine getirmiş kişiyle, yoğun bir şekilde maneviyata bağlanmış ve iyi eylemler yerine getirmiş kişi arasındaki yüzün gizliliği sırasında deneyimlenen azap ve acılar meselesi aynı değildir. İlki, günahları ve maneviyatın yoksunluğu sebebiyle bu acıların ona geldiğini düşünerek, onu yapanı yargılamada oldukça uzmanlaşmıştır. Diğeri için ise, onu yapanı yargılamak daha zordur.”

Bizim durumumuz da böyledir. Amacı yani üst gücün yarattıklarına haz vermeyi arzuladığını göz önüne aldığımızda, utançtan kaçmak için, ihsan etme kaplarına sahip olmak zorundayız. Bilinmeyen Tanrı dediğimiz alma arzusuyla doğduğumuzdan, kime hizmet ettiğimiz ve kimin kölesi olduğumuz mantık ötesidir, bu sebeple onun gücünden kurtulamayız ve atalarımızın şu sözlerine inanırız: “Yaradan şöyle dedi, ‘Kötü eğilimi ben yarattım, şifası için maneviyatı verdim.”

Bu kişinin öğretiye bağlanma sebebidir ve sonra Işık ona yaşam getirir. Diğer bir deyişle, Işık vasıtasıyla kötü eğilimin hükmünden çıkar ve Yaradan’ın hizmetkârı hâline gelir, yani niyeti sadece O’na memnuniyet vermektir. Ve Yaradan ile Dvekut’la ödüllendirilir, yani Yaşamların Yaşamı’na bağlanır. Aslında sadece amacı için çalıştığı zaman, o aşamada, Işık vasıtasıyla yaşamla ödüllendirileceğinden yaşam iksirini alır.

Ve eğer öğretiye bu amaç için bağlanmazsa, Işık vasıtasıyla alma arzusu daha da güçlenir ve onu kontrolü altına alır. Ve bu şekilde alma arzusu onun diğer insanlar gibi olmadığını anlamasını sağlar, çünkü şükürler olsun Tanrı’ya ki o iyi eylemler yerine getirmiş bir insandır ve kesinlikle Yaradan ona diğer sıradan insanlara davrandığı gibi davranmıyordur. Oysa, Yaradan onun kim olduğunu bilir.

Ve eğer gizlilik içinde çalışıyorsa, bir şeyden dolayı acı çektiğinde Yaradan’a şikâyet edip, şöyle der: “Bu maneviyatın ödülü mü?” Bu nedenle sürekli olarak “Kutsallıktan şüphe” denilen aşamadadır. Bununla, Yaşamların Yaşamı’ndan ayrılır.

Bu demektir ki, Yaradan’ın önünde kendini iptal etme özlemi içinde olacakları ve buna sahip olmak için de sadece Yaradan’a hizmet edecekleri yerde, sadece alma arzusu için çalışanlar, Yaradan’ın onlara hizmet etmesini arzular: Tüm ihtiyaçlarını Yaradan’ın karşılamasını isterler. Öyle anlaşılıyor ki, onlar kutsal kitaplara bağlanarak yaşamla ödüllendirilmek isteyenlerin tam zıttı çalışıyor.

Dolayısıyla, Kabalist Ami’nin neden şöyle söylediğiyle ilgili bize sorulanı anlayabiliriz; “Maneviyat putperestlere verilmemiştir.” Eğer bu kişinin içindeyse ve bu aşamadaysa, öğrenmenin yasaklanmasının sebebi çalışmasının bir anlamının olmamasıdır. Bu böyledir çünkü çalışmada biliriz ki, maneviyatı kötü eğilimin hükmünden çıkmak için çalışırız. Fakat eğer kişi kötü eğilimin köleliğinden özgür kalmak istemiyorsa, o zaman neden Işığa ihtiyacı olsun ki? Öyle görünüyor ki, eğer ona öğretilmemişse, bunun bir faydası olmadığındandır. Bu ona öğreten kişi için vakit kaybından başka bir şey değildir.

Ancak, Kabalist Yohanan Kabalist Ami’nin söylediklerine ilave olarak şöyle der: “Sadece faydasız olmaz aynı zamanda eğer bir putperest Öğretiye bağlanırsa, bu ona zarar verir.” Putperestlik sebebiyle ruhunu riske atıyordur, yani kötü eğilimin hükmünden çıkmak amacı olmadan maneviyatı çalışan ve onun içinde kalmayı arzulayıp, ona bilerek hizmet edenlere ” “putperest” denir.

Bununla ilgili şöyle yazılmıştır: “İnsan bedeni içindeki bilinmeyen bir Tanrı.” Dolayısıyla ölüm iksiri almaktadır. Bu sebeple Kabalist Yohanan şöyle der: “Manevi çalışmaya bağlanan bir putperest ölmelidir.” Bu demektir ki, Işık ona ölüm iksiri olduğundan, ruhunu riske atmaktadır. Ancak, Kabalist Meir’in şu söylediği ile ilgili olarak, ne diyebiliriz: “Maneviyata bağlanan putperestin ölmesi gerektiği nereden gelir? Tersine, o yüce bir erdemli gibidir, şöyle söylendiği gibi; ‘Eğer bir insan bunu yerine getirirse, biz onunla beraber yaşarız.’”

Bununla ilgili bize sorulur: a) Neden yüce bir erdemli gibi olduğunu söylüyor? Bu yüksek derecedeki sıradan bir erdemli değil midir? Bu Kabalist Yohanan’ın onların ölmesi gerek sözlerinden oldukça uzaktır. Öyleyse, onun yüce bir erdemli olduğu abartısının sebebi nedir? b) Kabalist Meir’in “Bir insan” demesiyle ilgili olarak Kabalist Şimon şöyle der: “Aslında ‘bir insan’ demek, putperest değil, kalbini Yaradan’a yönelten demektir.”

Kabalist Meir’in söylediğini yukarıda açıkladığımız cümleye göre şöyle yorumlamalıyız: “Maneviyata bağlanan putperest.” Kabalist Meir’in niyeti şudur; Putperest olduğunun idrakine varan kişi görür ki doğduğu günden bugüne kadar putlara, yabancı Tanrı’ya yani bedenin içindeki kötü eğilime hizmet ediyor. Ve şimdi onun hükmü altında olduğunu ve onun sözlerine karşı gelecek gücünün olmadığını görür. Aklı ve mantığıyla ona hizmet etmenin değersiz olduğunu anlamış olsa da, bunun tersine mantığını bastırır ve hizmet etmenin değerli olduğunu idrak etmiş gibi ona hizmet etmeye devam eder.

Kişi bunun idrakine geldiğinde, dünyada ona yardım edecek bir gücün olmadığını ve kaybolup yaşamdan sonsuza kadar koparıldığını, kendini ölüme teslim ettiğini gördüğünde, bu aşamada atalarımızın sözlerine inanmaya başlar. Onlar şöyle der: “Bu Yaradan’ın insana söylediğidir, ‘Oğullarım, kötü eğilimi ben yarattım ve şifası için Işığı verdim. Eğer manevi çalışmaya bağlanırsanız, kötü eğilimin eline düşmezsiniz.’”

Bu, Kabalist Meir’in o yüce bir erdemli gibi, dediği türde bir putperestle ilgilidir. Bunun delilini de bize şöyle verir: “Eğer bir insan onları yerine getirirse, onlarla beraber yaşar.” Bunu şöyle yorumlar, eğer kişi “onlarla yaşamak” için maneviyata bağlanırsa, eğer maneviyata bağlanma sebebi kötü olmak değil -bedenin içindeki yabancı Tanrı, putperest- yegâne amacı yaşamla ödüllendirilmekse, bu cümle onunla ilgilidir, “Eğer bir insan onları yerine getirirse, onlarla beraber yaşar.”

Bu böyledir çünkü eğer maneviyata bağlanırsa, o yüce bir erdemli gibi olur. Ve sadece erdemli olmakla kalmaz aynı zamanda “bir erdemli” denilen Hesed (merhamet) niteliğini edinir yani ihsan etme kaplarıyla ve Gadlut ile (büyüklük/yetişkinlik) ödüllendirilir. Bu sebeple onun yüce bir erdemli gibi olduğunu söyler.

Buna göre, neden Kabalist Meir’in şöyle dediğini sormalıyız: “Bir putperest bile.” Böyle bir putperest, yüce bir erdemli gibi olmaya layık olsa da, daha önce açıkladığımız gibi bunun tersi söz konusudur. “Bile” kelimesini şöyle açıklayabiliriz; Eğer kişi böyle bir bayağılığa düşerse, kendinin gerçek bir putperest olduğunu, yaşamdan hiçbir şey elde edemediğini ve sadece kötü eğilime hizmet ettiğini anlar. Diğer bir deyişle, tüm düşünceleri ve arzuları sadece alıcı yararınadır. Gerçeğin yoluna girmemiştir bile, yani Yaradan’a mantık ötesi inanma becerisine sahip olmasına rağmen, sadece mantığının görmesine izin verdiği kadarını görür. Böyle bir insana Kabalist Meir şöyle der: “Bu bayağılıktan dolayı üzülme. Onun yerine şuna inan ki böyle aşağı bir seviyeye gelsen bile, Yaradan sana onun hükmü altında olmaktan çıkman için daima yardım eder.” “Dünya hemfikir olsa bile” demesinin anlamı budur.

Ancak, gerçekte sadece şimdi Işık için bir gereksinim vardır. Atalarımızın söylediği gibi; “İnsanın eğilimi her gün onu mağlup eder. Yaradan için değilse, onun üstesinden gelemez,” kişinin gerçeğe ulaşma noktasında, şimdi gerçek kaplara (Kelim) sahip misin, Yaradan’ın yardımına ihtiyaç duyuyor musun, denmelidir. Artık gerçeği gördüğünden, gerçekten Yaradan’ın yardımına ihtiyaç duyar.

Şimdi Zohar’ın yukarıda bahsedilen çalışmayla ilgili üç anlayışı yerine getirmeliyiz demesini anlayabiliriz: 1) Putperestler, 2) Yakup, 3) İnsan. Aralarındaki farklılık, putperestlerin kalıp bilgiyi bile çalışmalarının yasaklanmış olmasıdır. Bunu şu yazılandan anlarız: “O hiçbir ulusla bu şekilde ilgilenmemiştir.” Genel olarak ona sözel, özellikle ifşa olmuş meselelerin öğretilmesine izin verilmiştir. Bunu şu cümleden anlarız: “O sözünü Yakup’a söyledi,” ki bu alt bir derecedir. Üst derecede olduğu zaman ona maneviyatın sırları öğretilir. Bunun ispatı şudur: “O’nun yasaları ve hükümleri insana.”

Zohar’da (Yitro, sayfa 69, Madde 265, Sulam Tefsiri) şöyle yazar: “Böylece Yakup’un evine söyleyeceksin, onların derecesine uyan o yere. Yakup ve İnsan iki derece olduğundan, ‘İnsan oğluna söyle.’ Yakup VAK derecesi ve İnsan GAR derecesidir. Bununla birlikte, İnsan’a Hohma (bilgelik) göstermek ve Hohma ruhundan konuşmak demek olan, ‘her şeyin mükemmeliyeti’ denir.”

Zohar’da şöyle yazar: (Madde 260), “Böylece Yakup’un evine söyleyeceksin dişileredir, ‘İnsanoğluna söyle’ ise erkekleredir.” Yine Zohar’da (Madde 261), “Böylece Yakup’un evine söyleyeceksin’ yani Din (yargı) tarafından bir söylemdir, ‘İnsanoğluna (halkına) söyle’ onların şöyle demesi gibidir ‘Ve onlara anlaşmasını anlatacak.’ Anlatmak, halkı için Rahamim’dir (merhamet) yani Rahamim tarafından gelen erkekler. Bu nedenle onlarla ilgili ‘anlatmak’ der.”

Zohar’ın, Aharei kısmında, Yakup ve insan (adam) iki derecedir -1) Yakup aşağıdadır, sözel (kelimesi kelimesine) çalışan; 2) İnsan üst derecedir, Işığın sırlarını çalışan-yazılmasının nedenini anlamalıyız.

Zohar’da (Madde 260) şöyle yazılmıştır: “Yakup dişilerdir, insan (adam) erkekler.” Madde 261’de şöyle der: “Yakup, ‘söylemek’ olarak yazılan Din tarafından gelir ve anlatmak Rahamim olduğundan, İnsan Rahamim’dir. Şöyle der: (Madde 265), “Yakup VAK olarak, İnsan GAR olarak kabul edilir. Anlatmak Hohma’yı imâ ettiğinden, Hohma göstermek ve Hohma özünden konuşmak anlamına gelen ‘Ve halkına (İnsanoğluna) söyle” yazılmıştır.

Önce, Zohar’ın Yakup ile ilgili kavramların yorumunu nasıl yaptığını açıklayalım. Şöyle der: 1)VAK, 2) Dişiler, 3) Din 4) İfşa olmuş derece, düşük derece, hazır bilgi.

Amacı edinmek için kişinin yapması gereken çalışma düzeni, Yaradan çalışmasındaki aşamasını ve ulaşmak zorunda olduğu hedefi bilmektir. Diğer bir deyişle, kişinin başarması gereken bütünlük nedir?

İlk aşama, kişinin “putperest” olduğunu bildiği aşamadır. Bu bedenin içindeki kötü eğilimdir. Buna “bilinmeyen bir Tanrı” ya da “yabancı bir Tanrı” denir. Kişi gerçek anlamda putperest bir aşamada olduğunu açıklığa kavuşturmalıdır.

Kişi gerçeği görmek için büyük çaba sarf etmelidir çünkü gerçeğe ulaşmak Işık ve çalışma olmadan imkânsızdır. Atalarımızın söylediği gibi; “Kişi Lo Lişma’dan (O’nun için değil), Lişma’ya (O’nun için) gelir.” Lo Lişma aşamasında insan Işık ve çalışma için çabaladığında, çevresindeki insanlara bakması doğasındandır. Ve görür ki, onun gibi Yaradan’ın çalışmasına saatler harcayan başka biri daha yok.

Bu aşamada, başkalarına karşı kendini üstün hisseder ve buda amacı yani Lişma’yı edinmenin önemini unutmasına sebep olur. Bu böyledir çünkü dışarıdaki insanlar onun bütünlüğü hissetmesine sebep olurlar ve bu bütünlüğün sebebi gerçek amaç –Lişma’ya ulaşmak- eksikliği içinde olduğunu hissedememesidir.

Bu özellikle eğer Yaradan’ın hizmetkârı olduğu için önemseniyorsa böyledir. Aslında, onu onurlandıran tüm insanlar kendi fikirlerini ona aşılarlar, böylece o, onların kendi hakkında düşündükleri şeye yani hiç hata yapmayan çok erdemli bir insan olduğuna inanır. Bu şekilde kendinin putperest bir aşamada olduğunu, henüz günahtan arınmadığını görmesi nasıl mümkün olur? Öyle görünüyor ki, onun kitlelere tutunması, yani onların onun öğretisine ve çalışmasına tutunması, ona bütünlük getirir. Çalışmada, buna “dışsal olanlara tutunmak” denir.

Ve onlara tutunarak ne kaybeder? Cevap şudur: Bu tutunma gerçek aşamasını görememesinin sebebidir, o hâlâ putperest aşamadadır ve kötülüğün hükmünden nasıl çıkılacağıyla ilgili tavsiye aramaktadır.

İkinci aşama, kişinin kendini sünnet ettiği (günahlardan arındığı) aşamadır. “Sünnet” demek, fazla deriyi kesmek demektir. Bu deri, “Fırtınalı Rüzgar,” “Büyük Bulut,” ve “Güçlü Ateş” denilen üç arı olmayan kabuktur (Klipot) ve alma arzusu oradan gelir.

Ancak, bu deriyi kesip atmak kişinin gücü dahilinde değildir. Baal HaSulam bununla ilgili olarak, Yaradan deriyi kesip atması için kişiye yardım etmelidir, der. Bununla ilgili şöyle yazılmıştır: “Ve onunla bir anlaşma yap.” “Onunla” Yaradan ona yardım etti anlamındadır. Bu yardım, kişinin başlaması içindir.

Eğer kendini, kendisi sünnet edemiyor, başladığı işi bitiremiyor dersek, o zaman kişi neden başlasın? Çalışması boşa gidiyormuş gibi görünür. Ancak, bilinir ki, kap (Kli) olmadan ışık olmaz ve eksiklik olmadan haz olmadığından, kaba “bir eksiklik” denir.

Dolayısıyla, kişinin başlaması eksikliği anlatır. Bu, kişi hazla başlamak zorundadır demek değildir. Daha ziyade “başlamak” dediğimizde, bu ihtiyacı ve eksikliği görmek anlamındadır. Sonrasında Yaradan gelir ve eksikliğin doyumunu verir. Buna “Ve onunla anlaşma yaptı,” denir yani Yaradan ona yardım eder.

Bu Talmud Eser Sefirot’ta açıklandığı gibi, “Baba beyazı verir” anlamındaki sağ çizgi olarak kabul edilir. Bu demektir ki, üst ışık yansıdığında -Baba (Aba) denilen Hohma ışığı- gerçeği yani alma arzusunun kötü olduğunu görmek mümkün olur. Ancak bundan sonra kişi kendini sevmeyi bırakmak zorunda olduğunun idrakine varır. Bu kişinin Yaradan’dan aldığı yardımdır, kötü eğilimin farkına varır.

Diğer bir deyişle, alma arzusunu kullanmanın değersiz olduğu anlayışına gelmeden önce, ikisi birbiriyle çeliştiğinden ihsan etme kaplarını kullanamaz. Bu sebeple, kişi günahlarından arınmalı (sünnet etmeli) ve ihsan etme arzusunu üzerine almalıdır.

Öyle anlaşılıyor ki, “sünnet” denilen fazla deriyi çıkarmak, üst gücün yardımıyla gerçekleşir. Diğer bir deyişle, özellikle üst ışık yansıdığında kişi alçaklığını ve form eşitsizliği nedeniyle hiçbir şey alamayacağını görür. Buna “Baba beyazı verir” denir.

Kötü eğilimim farkındalığına geldikten sonra, ikinci ıslah gelir: ihsan etmek için çalışmaya başlar. Fakat bu da üstten yardım gerektirir. Buna “Anne kırmızıyı verir” denir. Talmud Eser Sefirot’ta bu ihsan etme arzusuyla ilişkilendirilir. Öyle anlaşılıyor ki, hem alma arzusunu iptal etme gücü, hem de ihsan etme eylemini gerçekleştirme gücü üst güç tarafından verilir. Diğer bir deyişle, yardım üstten gelir.

Burada şu soru akla gelir: “Aşağıda olan, ne verir?” Aşağıda olanın başlaması gerekli dendiğinde, sonrasında Yaradan’ın yardımını almak için neyle başlaması gerecek?

Daha önce söylenildiği gibi, tüm aşağıda olanlar Yaradan’a eksiklik verir ki Yaradan onları doldursun. Diğer bir deyişle kim Yaradan’ın hizmetkârı olmak isterse, bayağılığını görmelidir. Bunu hissettiği ölçüde, insan anlayışıyla hiçbir bağı olmadan tıpkı bir hayvan gibi kendini sevmeye dalmış olduğu için içinde acı oluşur.

Dahası bazen kişi bayağılığını görüp, kendini sevmeye batmış olduğunu umursamadığı ve Yaradan’ın yardımına ihtiyacı olduğunu göremediği bir aşamaya gelir.

Bu aşamada, kişi kendine şöyle söylemelidir: “Vahiy almış değilim; hayvanca şeyler yapan bir hayvan gibiyim ve bu aşamada tek ilgilendiğim şey, daha fazla maddesel haz hissetmeme izin vermesi için Yaradan’a yakarmak, başka bir arzum yok.” Bu aşamada kişi kendine bilinçsizlik aşamasında olduğunu söylemelidir. Eğer Yaradan’ın ona yardım etmesi için yakarmazsa, tek bir çözüm vardır: Eksiklik hissine sahip olduğuna inanan, Yaradan’a onları sıkıntıdan mutluluğa, karanlıktan aydınlığa getirmesi için yakaran, bir grup insana bağlanmak.

Sonrasında, şöyle söylemelidir: “Elbette onlar da henüz ‘sürgünden teslim alınması gereken’ denilen eksiklik kaplarını tamamlamadılar. Ancak, onlar muhtemelen gerçek amacı hissetme yolunda ilerlediler.” Böylece kişi onlar vasıtasıyla onların hissiyatını edinir yani o da aşağıda olmanın acısını hisseder. Ancak, eğer o topluluğa tutunmazsa yani onları takdir etmezse onun etkisini edinmek mümkün olmaz. Bunu yaptığı ölçüde, çalışma yapmadan sadece onlara tutunarak etki alabilir.

Öyle anlaşılıyor ki, ikinci aşamada, kişinin günahlardan arınıp iki anlayışla -1) alma kaplarının iptali, kötülüğü uzaklaştırma ve 2) ihsan etme kaplarını edinme -hareket ettiğinde, VAK derecesini edindiği düşünülür. Bu yarım derece olarak kabul edilir çünkü tam derece alma kaplarını ihsan etmek için kullanabilir demektir.

Sadece ihsan etmek amacıyla kendini sünnet ettikten sonra ihsan etme kaplarını edindiğinden, bu derece VAK derecesi olarak kabul edilir. Buna “Yakup’un derecesi” de denir. Ayrıca “dişiler” de denir tıpkı üstesinden gelemiyor ve onları ihsan etmeye yöneltemiyor demek olan “Gücü, bir dişininki kadar zayıf” cümlesinde olduğu gibi.

Ve bu dereceye Din de denir. Bu demektir ki, alma kaplarının üzerinde ihsan etme amacı taşımadığı için hâlen daha kullanması yasak olan yargı niteliğine (Midat ha Din) sahip. Buna aynı zamanda, ondan gizli başka bir derece olduğunu bilmek anlamına gelen, “ifşa olmuş derece” denir. Bu şekilde yapılacak daha çok çalışmanın, yani daha yüksek bir dereceye ulaşmak zorunda olduğumuzu bilir.

Şimdi artık kişi kendini sünnet ederek “basit bir adamdır” olduğundan, bu dereceye aynı zamanda “hazır bilgi” de denir. Yani sünnetten önce o bir putperestti ve şimdi bir “Adam” oldu.

Aynı zamanda bu dereceye, Yakup’un derecesinin sadece ihsan etme kaplarıyla çalıştığı kabul edildiğinden, Yakup da denir. şöyle yazıldığı gibi; “Böylece Yakup’un evine söyleyeceksin,” yani nazik bir sesle “söylemek”. Bu nedenle orada “söylemek” vardır.

İnsan” kavramı için bu böyle değildir. Zohar insanı 1) GAR derecesi, her şeyin bütünleşmesi; 2) Erkekler; 3) Rahamim; 4) Yüksek ve gizli bir derece, Işığın sırları, olarak yorumlar.

Aşağıda bunları birer birer açıklayacağız:

1) GAR derecesi. Her bir derece, Roş ve Guf olarak (sırasıyla baş ve beden) ayrılan on Sefirot’tan oluştuğundan, Roş’a GAR yani Keter-Hohma-Bina ve Guf’a ZAT denir. Bir derece iki yarımdan meydana gelir. Bu nedenle VAK aşağı derece ve GAR yüksek derece olarak kabul edilir. Bilinir ki, VAK derecesinden konuştuğumuzda, “derecenin yarısından” bahsederiz. Bu GAR’ın yokluğunun işaretidir. Bu sebeple, “GAR derecesi” dediğimizde, iki derece beraber olduğunda, yüksek olan imâ edildiği ve aşağı dereceyi içine aldığı için tam bir dereceden bahsederiz. Bu sebeple Zohar “insan” için her şeyin mükemmeliyeti der.

2) Erkekler derecesi. Her derece iki çeşit Kelim içerir: İhsan etme kapları olan Zah (saf/ince) ve alma kapları olan Av (kalın). Onları kullanmak yalnızca ihsan etme niyeti taşıyorlarsa mümkündür. İhsan etme doğaya aykırı olduğundan, büyük çaba ve güç gerektirir. Ve kişi sadece ince Kelim ile bunun üstesinden geldiğinde, buna gücünün bir dişininki kadar zayıf olduğu imâ edilerek, “bir dişi” denir. Fakat alma kaplarının üstesinden geldiğinde, ona “bir insan,” “erkek,” “güçlü” denir. İnsan, her şeyin mükemmelliği, GAR olarak kabul edildiğinden, alma kaplarının kullanımı da “erkekler” olarak kabul edilir.

3) Rahamim derecesi. Alma kaplarının üzerinde Tzimtzum (kısıtlama) ve Din (yargı) olduğundan ve onları ihsan etme dışında kullanmak yasak olduğundan, kişi alma kaplarıyla ihsan etmeyi amaçlamazsa, onların üzerine Din gelir ve kullanması yasaktır. Bu nedenle dişiye Din denir.

4) Fakat erkek demek, alma kaplarında ihsan eden, üstesinden gelen demektir ve Din onlardan ayrılır. İhsan etmek için alma kaplarını kullanır ve buna Rahamim (merhamet) denir. Önceki Din’in Rahamim niteliği tarafından hafifletildiği düşünülür ve şimdi kişi ihsan etme derecesini edinir. Bu sebeple erkeğe Rahamim denir.

Bu demektir ki, erkeklere Din değil, Rahamim denir. Zohar’da yazıldığı gibi (Madde 261), “Böylece Yakup’un evine söyleyeceksin,” yani söylemek Din tarafından ve “İnsanoğluna anlat” dendiğinde, anlatmak Rahamim tarafındandır.

Raşi ayeti şöyle yorumlar: “Böylece Yakup’un evine söyleyeceksin”: “Mekhilta adı (Çıkış kitabındaki bir tefsir) kadınlardır, onlara nazik bir sesle anlat ve ‘İnsan oğluna anlat’ erkeklerdir, kelimeler tendonlar kadar serttir.”

Bu sözleri şöyle yorumlamalıyız: “Kadınlara nazik bir sesle.” Yukarıda belirttiğimiz gibi dişiler üstesinden gelmek için yeterli güce sahip değildirler fakat ince Kelim’in üstesinden gelirler. Buna “nazik” denir, yani o naziktir ve ihsan etme kaplarının üstesinden gelmek zor değildir (“zor” kelimesi İbranice “sert” kelimesiyle aynıdır).

Fakat alma arzusu kaplarının üstesinden gelmek çok zordur. Bu nedenle erkeklere-erkekler aşamasındakiler, üstesinden gelme gücüne sahip olanlar- alma arzusu kaplarına istinaden tendon kadar sert şeylerin çalışması verilmiştir. Fakat neden Zohar erkeklerin Rahamim olduğunu yazar? Daha doğrusu, şöyle der: “Tendonlar kadar sert,” ve sertin anlamı Rahamim değil, Din’dir. Bu durumda bir taraftan erkekler tendonlar kadar sert derken, diğer tarafta onların Rahamim olduğunu söyler.

Erkeklerin üstesinden gelmenin zor olduğu alma kaplarının üstesinden gelme gücüne sahip olduğunu anlamalıyız. Midat Ha Din (yargı niteliği) denilen alma kaplarının üstesinden gelindiğinde orada Din değil, Rahamim vardır. Fakat alma kaplarının üstesinden gelme gücüne sahip olmayan dişiler için, onların üzerine Midat Ha Din vardır ve onların kullanılması yasaklanmıştır.

5) Yüksek ve gizli bir derece, “Maneviyatın sırları” olarak kabul edilir. “Saklı” demek kişi kendini sünnet etmiş ve sözlü ilmi edinmiş yani sade bir bütünlük ile ödüllendirilmiş olsa bile, bu demektir ki, putperestlik suçu işlediği ama aynı zamanda Yaradan’a hizmet ettiği bir aşamadadır ve Hohma ışığı -alma arzuları ifşa olmuş-ondan hâlen daha gizlidir.

Fakat erkek ve alma kaplarının üstesinden gelme gücüne sahip, en yüksek anlayışla ödüllendirilen kimse için de, “Maneviyatın sırları” denilen, Hohma ışığı, Kelim’de belirir. Bu nedenle Zohar’da şöyle der (Madde 265): “Ve İnsanoğluna anlat,” yani Hohma göster ve Hohma ruhundan anlat çünkü “anlatmak” Hohma’yı imâ eder. Şöyle yazdığı gibi: “Ve onlara anlaşmasını anlatacak.”

Öyle anlaşılıyor ki, putperestlere maneviyatı öğretmenin yasak olduğunu söylemek çalışmada şöyle yorumlanmalıdır: “Putperestlere maneviyatı öğretmek imkânsızdır.” Baal HaSulam’ın söylediği gibi; Çalışmayla ilgili meseleleri konuşurken “yasaklanmış” yazıldığında bu “yapamaz” demektir. Fakat günahlarından arındıktan sonra, iki derece vardır -üst ve aşağı- sözlü (hazır bilgi) ve gizlenmiş.

Telif Hakkı © 1996 - 2015 Bnei Baruh. Tüm hakları saklıdır.
Bu sitede sunulan tüm materyal, Bnei Baruh Kabala Eğitim ve Araştırma Enstitüsü tarafından dünyanın ıslahı ve hayatın iyileştirilmesi amacı ile sunulmaktadır.
Bu nedenle, içeriği değiştirilmediği ve kaynağına gönderme yapıldığı takdirde, tüm materyalin kullanımına ve dağıtımına izin verilmiştir.
16 - 0,094