e-posta ile Paylaş

GÖNDER

Kabala İlmi, dünyadaki tüm ilimleri kapsar.
Baal HaSulam “Özgürlük”
“Bu ilim, gizliliğin sonunda çocuklara bile ifşa olacaktır.”
Baal HaSulam “Kabala Öğretisi ve Özü”
Son neslin günleri yaklaştığında, çocuklar bile, kurtuluşu ve sonu bilip, bu ilmin sırlarını bulacaklardır.
Sulam’ın Önsözü ile Zohar Kitabı
“Ben’i arayanlar, Ben’i bulacaklar” ve yazdığı gibi , “Aradım ve bulamadım, buna inanmayın.”
Baal HaSulam “On Sefirot Çalışmasına Giriş”
MENÜ
Ana Sayfa > Zohar > Zohar Kitabına Giriş > Zohar Kitabı’na Giriş

Zohar Kitabı’na Giriş

1) Bu giriş bölümünde, görünüşte basit olan, herkesin kafa yorduğu ve açıklığa kavuşturmak için bir hayli mürekkep tüketilen konulara açıklık getirmek istiyorum. Ne var ki bunlar hakkında somut ve yeterli bir bilgiye de ulaşabilmiş değiliz.

Soru No. 1: Özümüz nedir?

Soru No. 2: Küçük birer halkası olduğumuz bu uzun gerçeklik zincirindeki rolümüz nedir?

Soru No. 3: Kendimizi incelediğimizde, çok bozulmuş ve aşağı olduğumuzu ve bizden daha aşağılık bir şey olmadığını görüyoruz. Ve bizi yaratan Operatör’ü incelediğimizde, en üst seviyede olmaya zorlanıyoruz, çünkü O’nun kadar övgüye değer hiçbir şey yok, zira mükemmel operasyonlar ancak mükemmel bir operatörden kaynaklanabilir.

  1. Aklımız, O’nun İyi ve İyilik Yapan olduğunu ve O’ndan daha üstün bir şey olmadığını ileri sürer. Peki o zaman nasıl oldu da yaşamları boyunca acı ve ızdırap çeken bu kadar çok varlık yarattı? İyilerin yolu iyilik yapmak ya da en azından bu kadar çok zarar vermemek değil midir?
  2. Ne başlangıcı ne de sonu olmayan sonsuzun, fâni, ölümlü ve kusurlu varlıklar yaratması nasıl mümkün olabilir?

2) Tüm bunları tam olarak açıklığa kavuşturmak için, bazı ön araştırmalar yapmamız gerekir; Tanrı korusun, yasağın olduğu yerde, hakkında hiçbir düşünce ya da algıya sahip olmadığımız ve dolayısıyla O’nun hakkında hiçbir düşünce ya da söze sahip olmadığımız Yaradan’ın özünde değil, araştırmamızın emredildiği yerde, yani O’nun eylemlerinin araştırılmasında. Tora’nın bize emrettiği gibi: “Babanın Tanrısını tanı ve O’na hizmet et” ve birlik şiirinde dediği gibi, “Seni eylemlerinden biliriz.”

Dolayısıyla, 1. araştırma şudur: O’na dahil olmayan hiçbir şeyin olmadığı her gözlemci için aşikârken, O yaratmadan önce O’na dahil olmayan yeni bir yaratılışı, yeni bir şeyi nasıl tasavvur edebiliriz? Sağduyu da bunu gerektirir, zira insan sahip olmadığı bir şeyi nasıl verebilir?

Araştırma No. 2: Eğer O’nun yüceliği açısından, elbette O’nun yokluktan varlık yaratabileceğini, O’nda olmayan yeni bir şey yaratabileceğini söylerseniz, şu soru ortaya çıkar: O’nda hiç yeri olmadığı tespit edilebilen, ama tamamen yeni olan bu gerçeklik nedir?

Araştırma No. 3: Kabalistler, insan ruhunun yukarıdaki Tanrı’nın bir parçası olduğunu, dolayısıyla O’nun “bütün” ve ruhun bir “parça” olması dışında, O’nunla ruh arasında hiçbir fark olmadığını söylemişlerdir. Bunu bir dağdan oyulmuş bir kayaya benzetmişlerdir. Kaya ile dağ arasında, birinin “bütün” ve diğerinin “parça” olması dışında hiçbir fark yoktur. Bu nedenle şunu sormalıyız: Dağdan oyulmuş bir taşın, bu amaç için yapılmış bir balta ile dağdan ayrılması ve “parçanın” “bütünden” ayrılmasına neden olması bir şeydir. Fakat O’nun hakkında, benliğinin bir parçasını, benliğinden ayrılıp O’ndan, yani bir ruhtan, sadece benliğinin bir parçası olarak anlaşılabilecek noktaya gelene kadar ayıracağını nasıl tasavvur edebilirsiniz?

3) Araştırma No. 4: Sitra Ahra’nın [diğer taraf] ve kabukların yapısı, O’nun kutsallığından bu kadar uzakta, diğer uçta olduğuna, bu kadar uzaklık tasavvur edilemeyecek kadar büyük olduğuna göre, nasıl olur da kutsallığından çıkarılabilir ve yaratılabilir, dahası O’nun kutsallığı bunu devam ettirebilir?

Araştırma No. 5: Ölülerin diriltilmesi meselesi: Beden o kadar aşağılıktır ki, doğar doğmaz ölüme ve gömülmeye mahkûmdur ve dahası, Zohar, beden tamamen çürümeden önce, ruhun kalıntıları hâlâ dururken, Cennet Bahçesi’ndeki yerine yükselemeyeceğini söyler. O halde, neden ölülerin dirilişinde geri dönmeli ve yükselmelidir? Yaradan ruhları bu olmadan da memnun edemez miydi?

Bilgelerimizin söylediği şey daha da şaşırtıcıdır: Ölülerin kaderinde kusurlarıyla birlikte dirilmek vardır, ki böylece bir başkasıyla karıştırılmasınlar ve bundan sonra O, onların kusurlarını iyileştirsin. Yaradan’ın onların bir başkasıyla karıştırılmamasını neden bu kadar önemsediğini, bunun için onların kusurlarını neden yeniden yaratacağını ve sonra da iyileştirmek zorunda kalacağını anlamalıyız.

Araştırma No. 6: Bilgelerimizin, insanın gerçekliğin merkezi olduğu, üst dünyaların, bu maddesel dünyanın ve bunların içindeki her şeyin, sadece onun için yaratıldığı (Zohar, Tazria, 40) ve insanı, dünyanın kendisi için yaratıldığına inanmak zorunda bıraktığı (Sanhedrin 37) şeklindeki sözleriyle ilgili olarak. Görünüşe göre, bu önemsiz insan için -ki onun değeri bu dünyanın gerçekliğiyle kıyaslandığında bir zerreden daha fazla değildir, yüksekliği ve yüceliği ölçülemez olan tüm üst dünyalarla kıyaslandığında ise çok daha azdır -Yaradan’ın tüm bunları onun için yaratma zahmetine girdiğini kavramak zordur. Ve ayrıca, insan tüm bunlara neden ihtiyaç duyar?

4) Bu soruları ve araştırmaları anlamanın tek yolu, eylemin sonunu, yani yaratılışın amacını incelemektir, çünkü sürecin ortasında hiçbir şey anlaşılamaz, ancak sonunda anlaşılabilir. Ve açıktır ki amaçsız bir eylem yoktur, çünkü yalnızca deliler amaçsızca hareket edebilir.

Yaradan’ın tüm gerçekliği yaratıp sonra da kendi haline bıraktığını, yaratılanların değersizliği yüzünden yüce Yaradan’ın onların değersiz uğraşlarını gözetmenin uygun olmadığını söyleyerek Tora (Manevi çalışma) ve Mitzvot’un [çoğulu Mitzva] yükünü sırtlarından atanlar olduğunu biliyorum. Gerçekten de, onlar, bilgi sahibi olmadan konuştular, çünkü tüm bu bozuk ve iğrenç doğamızla kendimizi yarattığımıza kanaat getirmeden önce alçaklığımıza ve hiçliğimize dair hüküm vermek imkânsızdır.

Ancak, tüm hayranlık uyandıran ve aşağılayıcı nitelikleriyle bedenlerimizi yaratanın ve tasarlayanın, tamamen mükemmel olan Yaradan olduğuna hükmederken, elbette, mükemmel işçinin elinden asla kusurlu bir eylem çıkamaz, çünkü her eylem onu gerçekleştirene tanıklık eder. İyi olmayan bir terzinin yaptığı kötü bir giysinin ne suçu olabilir?

Buna benzer bir hikâyeyi (Masehet Taanit 20)’de buluruz: Kabalist Şimon’un oğlu Kabalist Elazar çok çirkin bir adamla karşılaşır. Ona, “Bu adam ne kadar da çirkin” der. Adam, “Git ve beni yapan ustaya ‘yaptığın bu alet ne kadar da çirkin’ de” diye cevap verir. Dolayısıyla, alçaklığımız ve hiçliğimiz nedeniyle bizi gözetmenin O’na yakışmadığını ve bu yüzden bizi terk ettiğini iddia edenler, cehaletlerini sergilemekten başka bir şey yapmazlar.

Yarattıklarını tam da bizim gibi tüm yaşamları boyunca acı ve ızdırap çeksin diye yaratan, bununla da kalmayıp onlara biraz olsun yardım etmek için arkasından bile bakmadan onları terk eden bir insanla karşılaştığınızı bir düşünün. Onu ne kadar aşağılık ve alçak görürdünüz! O’nun hakkında böyle bir şey düşünülebilir mi?

5) Bu nedenle sağduyu, yüzeyde görünenin tam tersini kavramamızı ve gerçekten asil ve değerli varlıklar olduğumuza, ölçülemez bir öneme sahip olduğumuza, yani bizi yaratan işçiye gerçekten layık olduğumuza karar vermemizi dikte eder. Çünkü bedenlerimizde algılamak istediğiniz herhangi bir kusur, kendinize sunduğunuz tüm bahanelerin ardında, yalnızca bizi ve içimizdeki doğayı yaratan Yaradan’a mâledilir, zira bizi bizim değil O’nun yarattığı aşikârdır.

Ayrıca içimize yerleştirdiği kötü doğa ve niteliklerden kaynaklanan her şeyi de O bilir. Dediğimiz gibi, ancak eylemin sonunu düşündüğümüzde her şeyi anlamamız mümkün olacaktır. Ne demişler: “Bir aptala yarım kalmış bir işi gösterme.”

6) Bilgelerimiz Yaradan’ın dünyayı zaten yarattıklarına haz vermekten başka bir amaç için yaratmadığını söylemişlerdir (Hayat Ağacı, Şaar HaKlalim, Bölüm 1’in başı). İşte aklımızı ve tüm düşüncelerimizi yönlendirmemiz gereken yer burasıdır, zira dünyanın yaratılması eyleminin nihai amacı budur.

Yaratılış düşüncesi, O’nun yarattıklarına ihsan etmek olduğundan, ruhlarda onlara vermeyi düşündüğü şeyi almak için büyük ölçüde bir arzu yaratması gerektiğini aklımızda tutmalıyız. Çünkü her zevk ve hazzın ölçüsü, onu alma arzusunun ölçüsüne bağlıdır. Alma arzusu ne kadar büyükse, haz da o kadar büyük olur; alma arzusu ne kadar küçükse, almanın hazzı da o ölçüde azalır. Dolayısıyla, yaratılış düşüncesinin kendisi, O’nun yüceliğinin ruhlara bahşetmeyi düşündüğü muazzam hazza uyacak şekilde, ruhlarda aşırı bir alma arzusunun yaratılmasını zorunlu kılar; zira büyük bir haz ve büyük bir alma arzusu el ele gider.

7) Bunu öğrendiğimizde, ikinci araştırmayı tüm açıklığıyla kavramış oluruz. Apaçık bir şekilde belirlenebilen, O’nun özünün bir parçası olmayan bir gerçekliğin ne olduğunu, bunun yeni bir yaratılış, yokluktan varoluş olduğunu söyleyebilecek kadar öğrenmiş olduk. Artık kesin olarak biliyoruz ki, yaratılış düşüncesi, O’nun yarattıklarını memnun etmek için, onlar için planladığı tüm bu iyilik ve hoşluğu O’ndan alma arzusu gibi bir niteliği zorunlu olarak yaratmıştır, bu alma arzusu O bunu ruhlarda yaratmadan önce açıkça O’nun özüne dahil değildir, zira O kimden alabilir ki? Bu da O’nun kendisinde olmayan yeni bir şey yarattığını gösterir.

Bununla beraber anlıyoruz ki, yaratılış düşüncesine göre, bu alma arzusundan başka bir şey yaratmaya gerek yoktu, çünkü bu yeni yaratılış, O’nun bize bahşetmeyi düşündüğü yaratılış düşüncesinin tamamını gerçekleştirmesi için yeterliydi. Ancak yaratılış düşüncesindeki tüm bu doyumlar, bize sağlamayı planladığı tüm bu iyilikler, doğrudan O’nun özünden kaynaklanmaktadır ve zaten varoluştan varoluşa, ruhlardaki büyük alma arzusuna kadar uzandıkları için onları yeniden yaratması için hiçbir neden yoktur. Böylece, yaratılan varlıklardaki tüm maddenin, başından sonuna kadar, yalnızca alma arzusu olduğunu açıkça görüyoruz.

8) Şimdi Kabalistlerin üçüncü araştırmadaki sözlerini anlamaya başladık. Ruhlar hakkında, tıpkı dağdan oyulmuş bir taş gibi, yukarıdaki Tanrı’nın bir parçası olduklarını, aralarında birinin “parça” ve diğerinin “bütün” olması dışında hiçbir fark olmadığını söylemenin nasıl mümkün olduğunu merak etmiştik. Ve şunu düşündük: Dağdan yontulan taşın bu amaç için yapılmış bir balta ile ayrıldığını söylemek bir şeydir, ama bunu O’nun özü hakkında nasıl söyleyebilirsiniz? Ve ayrıca, ruhları O’nun özünden ayıran ve onları Yaradan’dan dışlayarak yaratılanlar haline getiren şey neydi?

Yukarıdakilerden açıkça anlıyoruz ki baltanın fiziksel bir nesneyi kesip ikiye ayırması gibi, form eşitsizliği de manevi olanı ikiye böler. Örneğin, iki kişi birbirini sevdiğinde, birbirlerine tek bir beden gibi bağlı olduklarını söylersiniz. Ve birbirlerinden nefret ettiklerinde, birbirlerinden doğunun batıdan uzak olduğu kadar uzak olduklarını söylersiniz. Ancak burada mekânın yakınlığı ya da uzaklığı söz konusu değildir. Aksine, burada form eşitliği söz konusudur: Form olarak eşit olduklarında ve biri diğerinin sevdiğini sevdiğinde ve diğerinin nefret ettiğinden nefret ettiğinde, birbirlerini severler ve birbirlerine bağlanırlar.

Aralarında bir form eşitsizliği varsa ve biri diğerinin nefret ettiği bir şeyi seviyorsa, form açısından farklı oldukları ölçüde birbirlerinden uzaklaşır ve nefret ederler. Ve eğer, örneğin, birinin sevdiği her şeyden diğerinin nefret ettiği ve diğerinin nefret ettiği her şeyin birincisi tarafından sevildiği formda zıt iseler, doğudan batıya, yani bir uçtan diğer uca kadar uzak sayılırlar.

9) Dolayısıyla maneviyatta, form eşitsizliğinin maddesel dünyadaki ayıran bir balta gibi hareket ettiğini ve aralarındaki mesafenin, formun zıtlığıyla orantılı olduğunu görürsünüz. Buradan öğreniyoruz ki, O’nun hazzını alma arzusu ruhlara nakşedildiğinden ve bu formun Yaradan’da bulunmadığını, -O kimden alacak ki- göstermiş olduğumuzdan, ruhların edindikleri bu form eşitsizliği, onları dağdan bir taşı oyan bir balta gibi, O’nun özünden ayırır. Bu form eşitsizliği nedeniyle, ruhlar Yaradan’dan ayrılmış ve yaratılanlar haline gelmiştir. Ancak, ruhların O’nun ışığından edindikleri her şey, O’nun özünden, varoluştan varoluşa uzanır.

Dolayısıyla, O’nun ışığını, alma arzusu olan kaplarında aldıklarında, O’nun özü ile aralarında hiçbir fark yoktur, zira bunu varoluştan varoluşa, doğrudan O’nun özünden alırlar. Ruhlar ve O’nun özü arasındaki tek fark, ruhların O’nun özünün bir parçası olmasıdır, bu da kaplarında aldıkları ışık miktarının, alma arzusu olarak, alma arzusunun formundaki eşitsizlikten dolayı zaten Yaradan’dan ayrılmış olduğu anlamına gelir. Bu form eşitsizliği onu “bütünden” ayrıldıkları ve bir “parça” haline geldikleri bir parça yapmıştır. Dolayısıyla, aralarındaki tek fark birinin “bütün”, diğerinin ise bir dağdan oyulmuş bir taş gibi “parça” olmasıdır. Bunu dikkatle inceleyin, çünkü böylesine yüce bir yerde daha fazlasını açıklamak mümkün değildir.

10) Şimdi dördüncü araştırmayı anlamaya başlayabiliriz: Kirliliğin, arı olmayanın ve kabukların yapısı, O’nun kutsallığının diğer ucunda olduğuna göre, bu yapının O’nun kutsallığından çıkması nasıl mümkün olabilir? Ayrıca, nasıl olur da O, bunu destekler ve varlığını sürdürmesini sağlar? Aslında, öncelikle kirliliğin ve kabukların varlığının ne anlama geldiğini anlamamız gerekir.

Bilin ki, bu büyük alma arzusu, ki bunun ruhların yaratılıştan gelen özü olduğunu saptamıştık, -yaratılış düşüncesindeki tüm doyumu almaya uygun oldukları için- ruhların içinde bu formda kalmaz. Eğer öyle olsaydı, içlerindeki form eşitsizliği onları O’ndan ayıracağından, O’ndan ebediyen ayrı kalmaları gerekecekti.

O, bütün dünyaları yaratmış ve ruhların kabında yatan bu ayrılığı onarmak için, “Tanrı onları birbirinin karşısında yaratmıştır” ayetinde olduğu gibi, onları iki sisteme ayırmıştır. Bunlar Keduşa’nın [kutsallığın] ABYA’sı olan dört dünya ve onların karşısında da kirliliğin ABYA’sı olan dört dünyadır. Ve O, ihsan etme arzusunu, Keduşa’nın ABYA sistemine yerleştirdi, onlardan kendileri için alma arzusunu çıkardı ve onu kirliliğin ABYA dünyalarının sistemine yerleştirdi. Bundan dolayı, Yaradan’dan ve Keduşa’nın tüm dünyalarından ayrı düştüler.

Bu nedenle kabuklara “ölülerin fedakârlıkları” ayetinde olduğu gibi “ölüler” denir. Ve onları izleyen günahkârlar da, bilgelerimizin şöyle dediği gibidir: “Günahkârlara, yaşamlarında, ‘ölü’ denir,” çünkü O’nun kutsallığına zıt bir biçimde içlerine kazınmış olan alma arzusu, onları Yaşamların Yaşamı’ndan ayırır ve bir uçtan diğer uca O’ndan uzaktırlar. Bu böyledir çünkü O’nun almakla ilgisi yoktur, yalnızca ihsan etmekle ilgilidir, oysa kabukların ihsan etmekle hiçbir ilgisi yoktur, yalnızca kendileri için, kendi zevkleri için almak isterler ve bundan daha büyük bir zıtlık yoktur. Manevi uzaklığın bir miktar form eşitsizliği ile başladığını ve son derecede mümkün olan en uzak mesafe olan form zıtlığı ile sona erdiğini zaten biliyorsunuz.

11) Dünyalar, bu maddesel dünyanın gerçekliği üzerine, bir bedenin ve bir ruhun, bir bozulma sürecinin ve bir ıslah sürecinin olduğu bir yere doğru basamaklanmıştır. Kendisi için alma arzusu olan beden, yaratılış düşüncesindeki kökünden, “İnsan, vahşi bir eşeğin sıpası olarak doğar” diye yazıldığı üzere, kirlilik dünyalarının sisteminden geçerek uzanır. İlk on üç yıl boyunca bu sistemin hükmü altında kalır ve bu dönem bozulma sürecidir.

Kişi, on üç yaşından itibaren Yaradan’ı hoşnut etmek için Mitzvot’la meşgul olarak, içine işlenmiş olan alma arzusunu arındırmaya başlar ve yavaş yavaş ihsan etme amacına yönelir. Bu şekilde kutsal bir ruhu yaratılış düşüncesindeki kökünden genişletir. Keduşa dünyalarının sisteminden geçer ve bedene bürünür. Bu ıslah sürecidir.

Böylece Ein Sof’taki [Sonsuzluk] yaratılış düşüncesinden kutsallık dereceleri biriktirir, ta ki bunlar onun içinde kendisi için alma arzusunu, tamamen Yaradan’a hoşnutluk bahşetmek için alma formuna dönüştürmesine ve hiçbir şekilde kendi çıkarı için almamasına yardımcı olana kadar. Bu sayede kişi Yaratıcı’sı ile form eşitliğini elde eder, çünkü ihsan etmek için almak, saf ihsan etmek olarak kabul edilir.

Masehet Kiduşin, s. 7’de, önemli bir adam için, kadının verdiğini ve adamın da şöyle dediğini yazar: “Bununla kutsanmış olursun. Çünkü adamın alması, onu vereni memnun etmek için olduğunda, bu mutlak ihsan etme ve verme olarak kabul edilir. Böylece kişi O’na tam bir bağlılık kazanır, çünkü manevi tutunma, form eşitliğinden başka bir şey değildir, bilgelerimizin dediği gibi, “O’na tutunmak nasıl mümkün olabilir? Bunun yerine, O’nun niteliklerine tutunun.” Bu sayede kişi, yaratılış düşüncesindeki tüm hazzı, zevki ve güzelliği almaya layık hale gelir.

12) Böylece, yaratılış düşüncesiyle ruhlara nakşedilen alma arzusunun ıslahını net bir şekilde açıklamış olduk. Çünkü Yaradan, ruhların içinden geçtiği ve birbirinin içinde kıyafetlenen, beden ve ruh olmak üzere iki anlayışa bölündüğü, biri diğerine zıt iki sistemi onlar için hazırlamıştır.

Tora ve Mitzvot (Manevi çalışma ve ıslah) aracılığıyla, sonunda alma arzusunun formunu, ihsan etme arzusunun formuna dönüştürürler ve o zaman yaratılış düşüncesindeki tüm iyiliği alabilirler. Ve bununla birlikte, O’nunla sağlam bir bağlılıkla ödüllendirilirler, çünkü Tora ve Mitzvot’taki (Manevi çalışma ve ıslah) çalışma sayesinde, Yaratıcı’ları ile form eşitliği ile ödüllendirilmişlerdir. Bu, ıslahın sonu olarak kabul edilir.

Bundan sonra, kötü Sitra Ahra’ya [diğer tarafa] artık ihtiyaç kalmayacağı için, o yeryüzünden silinecek ve ölüm sonsuza dek yutulacaktır. Dünyanın var olduğu altı bin yıl boyunca dünyaya ve kişinin yetmiş yıllık yaşamı boyunca her bir kişiye verilen Tora ve Mitzvot’taki (Manevi çalışma ve ıslah) tüm çalışma, onları ıslahın sonuna -yukarıda bahsedilen form eşitliğine- getirmek içindir.

O’nun kutsallığından gelen kabuklar ve kirlilik sisteminin oluşumu ve yayılması konusu da artık iyice açıklığa kavuşmuştur: Tora ve Mitzvot (Manevi çalışma ve ıslah) aracılığıyla ıslah edilecek olan bedenlerin yaratılışını genişletmek için böyle olması gerekiyordu. Eğer bedenlerimiz, bozulmuş alma arzularıyla, kirlilik sistemi aracılığıyla genişletilmemiş olsaydı, bunu asla ıslah edemezdik, zira kişi kendisinde olmayan bir şeyi ıslah edemez.

13) Gerçekten de, böylesine kusurlu ve bozuk olan alma arzusunun, nasıl olup da birliği kelimelerin ve tarifin ötesinde olan Ein Sof’taki yaratılış düşüncesinden çıkıp, onun içinde yer alabildiğini yine de anlamamız gerekir. Mesele şu ki, ruhları yaratma düşüncesiyle, O’nun düşüncesi, bizim gibi bir eyleme ihtiyaç duymadığı için her şeyi tamamladı. Anında, yaratılmaya yazgılı olan tüm ruhlar ve dünyalar, ruhlardaki alma arzusu tamamen ıslah olmuş ve saf ihsana dönüşmüş halde, Işığı Yayan’la tam bir form eşitliği içinde, ıslahın sonunda ruhların almaya yazgılı olduğu nihai mükemmellikte, O’nun, onlar için planlamış olduğu tüm haz, zevk ve güzellikle dolu olarak zuhur ettiler.

Bu böyledir çünkü O’nun ebediliğinde geçmiş, şimdi ve gelecek birdir. Gelecek, şimdiki zaman gibidir ve O’nda zaman diye bir şey yoktur (Zohar, Mişpatim, Madde 51, Yeni Zohar, Bereşit, Madde 243). Dolayısıyla, Ein Sof’ta ayrılmış haliyle bozulmuş bir alma arzusu asla söz konusu olmamıştır.

Aksine, ıslahın sonunda ortaya çıkması mukadder olan form eşitliği, O’nun ebediliğinde anında ortaya çıkmıştır. Bilgelerimiz bu konuda şöyle dediler (Pirkei de Kabalist Eliezer): “Dünya yaratılmadan önce, O Bir’di ve O’nun Adı Bir’di,” zira alma arzusundaki ayrılmış form, yaratılış düşüncesinde ortaya çıkan ruhların gerçekliğinde ifşa olmamıştı. Aksine, “O Bir’dir ve O’nun Adı Bir’dir” yoluyla form eşitliği içinde O’na bağlandılar.

14) Böylece, genel olarak ruhun üç koşulu olduğunu mutlaka görürsünüz:

Birinci Koşul, onların Ein Sof’taki, yaratılış düşüncesindeki mevcudiyetleridir; burada zaten ıslahın sonunun gelecekteki formuna sahiptirler.

İkinci Koşul, yukarıdaki iki sistem tarafından bir beden ve bir ruh olarak bölünen altı bin yıllık mevcudiyetleridir. Onlara Tora ve Mitzvot’taki (Manevi çalışma ve ıslah) çalışma, alma arzularını tersine çevirmeleri ve bunu kendileri için değil, Yaratıcı’larına memnuniyet ihsan etme arzusuna dönüştürmeleri için verilmiştir.

Bu koşul sırasında bedenlere hiçbir ıslah gelmeyecek, sadece ruhlara ıslah gelecektir. Bu, beden olarak kabul edilen kendileri için alma formunu içlerinden atmaları ve ruhlardaki arzunun formu olan ihsan etme arzusundan başka bir şeyle kalmamaları gerektiği anlamına gelir. Erdemlilerin ruhları bile ölümlerinden sonra Cennet Bahçesi’nde sevinemeyecek, ancak bedenleri tamamen toprakta çürüdükten sonra sevinebileceklerdir.

Üçüncü Koşul, ölülerin diriltilmesinden sonra ruhların ıslahının sonudur. O zaman, tam ıslah bedenlere de gelecektir, çünkü o zaman bedenin formu olan kendileri için almayı, saf ihsan etme formuna dönüştürecekler ve yaratılış düşüncesindeki tüm hazzı, zevki ve hoşluğu kendileri için almaya layık hale geleceklerdir.

Ve tüm bunlarla birlikte, Yaratıcı’larıyla olan form eşitliklerinin gücüyle güçlü bir bağlılık elde edecekler, çünkü tüm bunları, alma arzuları nedeniyle değil, Yaratıcı’larına memnuniyet ihsan etme arzuları nedeniyle alacaklar, zira O’ndan aldıklarında O da haz alacak. Bundan sonra kısaca anlatmak amacıyla bu üç koşulun isimlerini, yani “birinci koşul”, “ikinci koşul” ve “üçüncü koşul” isimlerini kullanacağım ve siz de burada her koşulda anlatılanları hatırlayacaksınız.

15) Yukarıdaki üç koşulu incelediğinizde, birinin tamamen diğerini gerektirdiğini, öyle ki birinin iptal edilmesi durumunda diğerlerinin de iptal edileceğini göreceksiniz.

Örneğin, üçüncü koşul – alma formunun ihsan etme formuna dönüşmesi – gerçekleşmemiş olsaydı, Ein Sof’daki ilk koşulun asla ortaya çıkamayacağı kesindir, zira bütünlük orada sadece gelecekteki üçüncü koşul sanki şimdiki zamanmış gibi zaten orada olduğu için gerçekleşmiştir. Orada o halde tasvir edilen tüm bütünlük, gelecekten şimdiye bir yansıma gibidir. Ama eğer gelecek iptal edilebilseydi, şimdiki zaman diye bir şey olmazdı. Dolayısıyla üçüncü koşul birinci koşulun varlığını zorunlu kılar.

Bu durum, ikinci koşuldaki bir şey iptal edildiğinde, üçüncü koşulda tamamlanması gereken tüm çalışmaların, bozulma ve ıslahların ve ruhların derecelerinin genişletilmesi çalışmalarının olduğu yerde daha da geçerlidir. Bu durumda, üçüncü koşul nasıl gerçekleşirdi? Dolayısıyla, ikinci koşul üçüncü koşulu gerektirir.

Ve Ein Sof’taki ilk koşulun varlığı da böyledir, burada üçüncü koşulun bütünlüğü zaten mevcuttur. Bu da onun adapte edilmesini gerektirir, yani ikinci ve üçüncü koşullar hiçbir şekilde ne daha az ne de daha fazla olmaksızın orada bulunan tam bütünlük içinde ifşa olacaktır.

Dolayısıyla, ilk koşulun kendisi ikinci koşulda buna tekabül eden iki sistemin genişlemesini gerektirir; böylece alma arzusundaki bir bedenin varlığı, kirlilik sistemi tarafından bozulur ve sonra onu ıslah edebiliriz. Eğer bir kirlilik dünyaları sistemi olmasaydı, alma arzusuna sahip olmazdık ve onu ıslah edip üçüncü koşula ulaşamazdık zira kişi kendisinde olmayan bir şeyi ıslah edemez. Dolayısıyla, kirlilik sisteminin ilk koşuldan nasıl ortaya çıktığını sormamıza gerek yok, çünkü onun ikinci koşul formunda var olmasını gerektiren, ilk koşuldur.

16) Bu nedenle, kişi belki de seçimin bizden alınıp alınmadığını merak edebilir, zira birinci koşulda zaten mevcut olduğu için tamamlanmalı ve üçüncü koşula gelmeliyiz. Mesele şu ki, Yaradan bizi üçüncü koşula getirmek için ikinci koşulda bizim için iki yol hazırlamıştır:

Birincisi, yukarıda açıklandığı gibi, Tora ve Mitzvot’u (Manevi çalışma ve ıslah) yerine getirme yoludur.

İkincisi ise ızdırap yoludur, çünkü ızdırabın kendisi bedeni arındırır ve sonunda bizi alma arzumuzu ihsan etme arzusuna dönüştürmeye ve O’na tutunmaya zorlar. Bilgelerimizin dediği gibi (Sanhedrin 97b), “Eğer tövbe ederseniz ne âlâ, etmezseniz başınıza Haman gibi sizi tövbeye zorlayacak bir kral getiririm.” Bilgelerimiz “onu zamanında hızlandıracaktır” ayeti hakkında şöyle demişlerdir: “Eğer ödüllendirilirlerse, onu hızlandıracağım; ve eğer ödüllendirilmezlerse, zamanında.”

Bu demektir ki, Tora ve Mitzvot’a (Manevi çalışma ve ıslah) uyarak ilk yolla ödüllendirilirsek, böylece ıslahımızı hızlandırır ve zorlu ve şiddetli acılara ve bizi ıslaha zorlayacak olan bu acıları deneyimlemek için gereken uzun zamana ihtiyaç duymayız. Aksi takdirde, “zamanında”, yani ancak acılar ıslahımızı tamamladığında ve ıslah zamanı bizi zorladığında. Nihayetinde, ızdırap yolu aynı zamanda ruhların Cehennem’deki cezalarıdır.

Ancak öyle ya da böyle, ıslahın sonu, yani üçüncü koşul, birinci koşul nedeniyle zorunludur. Seçimimiz sadece ızdırap yolu ile Tora ve Mitzvot (Manevi çalışma ve ıslah)  yolu arasındadır. Böylelikle ruhların üç koşulunun nasıl birbirine bağlı olduğunu ve birbirini gerektirdiğini tamamen açıklığa kavuşturmuş olduk.

17) Yukarıdakilerin tümünden, üçüncü araştırmamızda ortaya koyduklarımızı tam olarak anlıyoruz: kendimizi incelediğimizde, ne kadar bozulmuş ve ne kadar aşağılık olabileceğimizi keşfediyoruz. Ancak bizi yaratan Operatör’ü incelediğimizde, yüceltilmemiz gerekir, çünkü bizi yaratan Operatör’e yakışır şekilde O’nun kadar övgüye değer kimse yoktur, zira mükemmel Operatör’ün doğası mükemmel işler yapmaktır.

Artık bedenimizin, tüm değersiz olayları ve sahip olduklarıyla birlikte, gerçek bedenimiz olmadığını anlayabiliriz. Gerçek, ebedi ve eksiksiz bedenimiz Ein Sof’ta, birinci koşulda zaten mevcuttur, burada tam formunu gelecekteki üçüncü koşuldan yani ihsan etme formunda, Ein Sof ile form eşitliğinde alır.

Ve eğer ilk koşulumuz, bedenimizin kabuğunu ikinci koşulda, onu ıslah etmek ve üçüncü koşulda ebedi bedenimizi uygulamada almamızı sağlamak için, bizi Ein Sof’tan ayıran güç olan, sadece kendisi için alma arzusunun bozulmuş ve iğrenç formunda almamızı gerektiriyorsa, buna itiraz etmemize gerek yoktur. Çalışmamız ancak bu geçici ve harcanabilir bedende yapılabilir, çünkü “kişi kendisinde olmayanı ıslah edemez”.

Dolayısıyla, şu anki mevcut ikinci koşulumuzda bile bizi yaratan mükemmel Operatör’e layık ve uygun olan bütünlük ölçüsüne zaten sahibiz. Bu beden bizi hiçbir şekilde lekelemez, zira sona ermeye ve yok olmaya mahkûmdur ve yalnızca iptal edilmesi ve ebedi formumuzu kazanmamız için gerekli olan süre boyunca buradadır.

18) Bu, beşinci araştırmamızı çözüme kavuşturmaktadır: Nasıl olur da geçici, faydasız eylemler ebediyetten çıkabilir? Yukarıdakilere göre, gerçekten de O’nun ebediliğine uygun olarak -ebedi ve mükemmel varlıklar olarak- zaten (yukarıdan) genişletilmiş olduğumuzu görüyoruz. Ebediliğimiz, bize sadece çalışmamız için verilmiş olan bedenin kabuğunun geçici ve faydasız olmasını gerektirir. Eğer o sonsuzlukta kalsaydı, Yaşamların Yaşam’ından sonsuza dek ayrı kalırdık.

Daha önce, Madde 13’te, bedenimizin bu formunun, yani yalnızca kendimiz için alma arzusunun, yaratılışın ebedi düşüncesinde hiç mevcut olmadığını söylemiştik, çünkü orada üçüncü koşulun formundayız. Yine de, ikinci koşulda, (beden) onu ıslah etmemize olanak tanımak için zorunludur.

İnsan dışında dünyadaki diğer varlıkların durumunu düşünmemeliyiz, çünkü aşağıda Madde 39’da yazılacağı üzere yaratılışın merkezi insandır. Diğer tüm varlıkların kendi başlarına bir değeri yoktur, ancak insanın bütünlüğüne ulaşmasına yardımcı oldukları ölçüde bir değerleri vardır. Dolayısıyla, onlar kendilerini dikkate almaksızın insanla birlikte yükselir ve alçalırlar.

19) Bununla dördüncü araştırmamızı tamamlamış oluyoruz: İyinin doğası iyilik yapmak olduğuna göre, O nasıl oldu da yaşamları boyunca eziyet ve ızdırap çekecek varlıklar yarattı? Daha önce de söylediğimiz gibi, tüm bu ızdırap, gelecekteki üçüncü koşuldan gelen tam ebediyetimizin bizi ya Tora yolundan ya da ızdırap yolundan gitmeye ve üçüncü koşuldaki ebedi durumumuza ulaşmaya zorladığı ilk koşulumuzdan itibaren gereklidir (Madde 15’te söylendiği gibi).

Ve tüm bu ızdırap sadece yok olmak ve gömülmek için yaratılmış olan bedenimizin kabuğu tarafından hissedilir. Bu bize içimizdeki alma arzusunun yalnızca yok edilmek, dünyadan kaldırılmak ve ihsan etme arzusuna dönüştürülmek için yaratıldığını öğretir. Çektiğimiz acılar onun hiçliğinin ve içindeki zararın ifşasından başka bir şey değildir. Gerçekten de, tüm insanlar kendileri için alma arzularını ortadan kaldırmayı ve yok etmeyi kabul ettiklerinde ve dostlarına ihsan etmekten başka bir arzuya sahip olmadıklarında, dünyadaki tüm endişeler ve tehlikeler ortadan kalkar. Hepimiz bütün ve sağlıklı bir yaşamın güvencesi altında oluruz, çünkü her birimiz ihtiyaçlarımızı karşılamaya hazır, bizimle ilgilenen koca bir dünyaya sahip oluruz.

Oysa her birimiz yalnızca kendimiz için alma arzusuna sahip olduğumuz sürece, bu, kaçamadığımız tüm endişelerin, acıların, savaşların ve katliamların kaynağı olacaktır. Onlar bedenlerimizi her türlü yara ve hastalıkla zayıflatırlar ve görürsünüz ki dünyamızdaki tüm acılar, bizi bedenin şeytani kabuğundan sıyrılmaya ve ihsan etme arzusunun tam formuna bürünmeye sevk etmek için gözlerimize sunulan tezahürlerden başka bir şey değildir. Daha önce de söylediğimiz gibi, ızdırap yolunun kendisi bizi arzu edilen forma getirebilir. İnsan ve insan arasındaki Mitzvot’un insan ve Yaradan arasındaki Mitzvot’tan önce geldiğini unutmayın çünkü bir dosta ihsan etmek kişiyi Yaradan’a ihsan etmeye getirir.

20) Tüm bu söylediklerimizden sonra, ilk araştırmamızın çözümüne geliyoruz: Bizim özümüz nedir? Özümüz, Madde 7’de yazıldığı gibi, alma arzusundan ne daha fazla ne de daha az olan, realitedeki tüm detayların özü gibidir. Ama şimdi olduğu gibi, ikinci koşulda, ki bu yalnızca kendisi için alma arzusudur, değil, ilk koşulda, Ein Sof’ta, ebedi formunda olduğu gibidir, ki bu da Madde 13’te yazıldığı gibi Yaratıcı’sını hoşnut etmek üzere almaktır.

Gerçekte henüz üçüncü koşula ulaşmamış olmamıza ve halâ zamana ihtiyacımız olmasına rağmen, bu durum özümüzü hiçbir şekilde lekelemez, çünkü üçüncü koşulumuz ilk koşulun gereğidir. Böylece, “alınması gereken her şey alınmış sayılır”. Ve zamana duyulan ihtiyaç, yalnızca kişinin tamamlanması gereken şeyi zamanında tamamlayıp tamamlayamayacağından şüphe duyulduğu durumlarda bir eksiklik olarak kabul edilir.

Ancak bu konuda hiçbir şüphemiz olmadığından, çoktan üçüncü koşula ulaşmışız gibidir. Ve bize şimdiki bozuk haliyle verilen bu beden de özümüzü lekelemez, çünkü o ve sahip olduğu her şey, onların kaynağı olan tüm kirlilik sistemiyle birlikte tamamen ortadan kaldırılacak ve yakılması gereken her şey yakılmış sayılacak, sanki hiç var olmamış kabul edilecektir.

Ancak bu bedende kıyafetlenen ruh, ki onun da özü tamamen bir arzudur -ama Keduşa’nın ABYA’sının dört dünyasının sisteminden bize uzanan bir ihsan etme arzusudur- Madde 11’de yazıldığı gibi sonsuza dek var olur. Bunun nedeni, ihsan etme arzusunun bu formunun Yaşamların Yaşamı ile form eşitliği içinde olması ve hiçbir şekilde değiştirilebilir olmamasıdır. Bu konu aşağıda Madde 32’den itibaren tamamlanacaktır.

21) Ruhun özünün entelektüel bir cevher olduğunu ve yalnızca öğrendiği kavramlar aracılığıyla var olduğunu, onlar aracılığıyla geliştiğini ve onların ruhun özü olduğunu söyleyen filozoflar sizi yanıltmasın. Ve bedenin ayrılmasından sonra ruhun kalması meselesi, tamamen edindiği kavramların boyutuna bağlıdır, ta ki bu kavramların yokluğunda devam edecek hiçbir şey kalmayana kadar. Tora’nın görüşü bu değildir. Aynı zamanda kabul edilemez ve bilgi edinmeye çalışmış olan herkes bilir ve hisseder ki akıl bir mülktür ve gerçek mülk sahibi değildir.

Ancak söylediğimiz gibi, yaratılışın tüm özü, hem manevi nesnelerin özü hem de maddesel nesnelerin özü, bir alma arzusundan ne daha fazla ne de daha azdır. Her ne kadar ruhun tamamen bir ihsan etme arzusu olduğunu söylemiş olsak da, bu sadece üst dünyalardan bize gelen yansıyan ışığın ıslahlarıdır. Bu kıyafetlenmenin anlamı “Kabala Bilgeliğine Önsöz”, Madde 14, 15, 16 ve 19’da ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

Bununla birlikte, ruhun özü de alma arzusudur. Ve bir nesne ile diğeri arasında söyleyebileceğimiz tek fark sadece arzusudur, çünkü herhangi bir özdeki arzu ihtiyaçlar yaratır ve ihtiyaçlar da alma arzusunun talep ettiği bu ihtiyaçları edinmek için düşünceler ve kavramlar yaratır.

Nasıl ki insanların arzuları birbirinden farklıdır, ihtiyaçları, düşünceleri ve fikirleri de farklıdır. Örneğin, alma arzusu hayvani arzularla sınırlı olanların ihtiyaçları, düşünceleri ve fikirleri bu alma arzusunu tüm hayvani yönleriyle tatmin etmeye adanmıştır. Her ne kadar aklı ve mantığı insanlar gibi kullansalar da, bu kölenin efendisi gibi olması için yeterlidir. Ve akıl köleleştirildiği ve hayvani arzuya hizmet ettiği için, hayvani akıl gibidir.

Alma arzusu güçlü olanlar, esasen hayvanda bulunmayan saygı ve başkaları üzerinde kontrol sahibi olmak gibi insani arzulara sahip olduklarından, ihtiyaçlarının, düşüncelerinin ve fikirlerinin çoğunluğu yalnızca bu arzuyu ellerinden geldiğince tatmin etmek etrafında döner. Ve alma arzusu esas olarak bilgi edinmek için yoğunlaşmış olanların ihtiyaçlarının, düşüncelerinin ve fikirlerinin çoğunluğu bu arzuyu ellerinden geldiğince tatmin etmektir.

22) Bu üç arzu hemen hemen her insanda mevcuttur, ancak farklı miktarlarda birbirlerine karışırlar, dolayısıyla bir insandan diğerine farklılık gösterirler. Ve maddesel niteliklerden, onların manevi değerlerine göre manevi nesneler hakkında çıkarım yapabiliriz.

23) Dolayısıyla, manevi insan ruhları -geldikleri üst dünyalardan aldıkları yansıyan ışığın giysisi aracılığıyla- yalnızca Yaratıcı’larını hoşnut etme arzusuna sahiptirler. Bu arzu, onların özü ve ruhun çekirdeğidir. Öyle anlaşılıyor ki, bir kez insan bedenine büründüğünde, arzusunun büyüklüğüne göre, sonuna kadar ihsan etme arzusunu, yani Yaratıcı’sına hoşnutluk ihsan etme arzusunu tatmin etmek için ihtiyaçlar, arzular ve fikirler üretir.

24) Bedenin özü, kendisi için alma arzusundan başka bir şey değildir ve tüm tezahürleri ve sahip oldukları, başlangıçta yalnızca ıslahın sonunda tam üçüncü koşula ulaşmak için dünyadan yok edilmek üzere yaratılmış olan bu bozulmuş alma arzusunun yerine getirilmesidir. Bu nedenle, ardında hiçbir şey bırakmayan geçici bir gölge gibi, tüm sahip olduklarıyla birlikte ölümlü, geçici ve aşağılıktır.

Ruhun özü yalnızca bir ihsan etme arzusu olduğundan ve tüm tezahürleri ve sahip oldukları, ebedi birinci koşulda ve gelecekteki üçüncü koşulda zaten var olan bu ihsan etme arzusunun yerine getirilmesi olduğundan, ölümsüzdür ve yeri doldurulamaz. Aksine, o ve tüm sahip oldukları ebedidir ve sonsuza dek var olurlar. Yokluk, bedenin ayrılışında onları hiçbir şekilde etkilemez. Aksine, bozulmuş bedenin formunun yokluğu, onu büyük ölçüde güçlendirir ve Cennet Bahçesi’ne yükselmesini sağlar.

Böylece, filozofların iddia ettiği gibi, ruhun kalıcılığının hiçbir şekilde edindiği kavramlara bağlı olmadığını açıkça göstermiş olduk. Aksine, onun ebediliği özünde, özü olan ihsan etme arzusundadır. Ve edindiği kavramlar onun ödülüdür, özü değil.

25) Buradan beşinci araştırmanın tam çözümü ortaya çıkar: Beden o kadar bozulmuştur ki, ruh, beden toprakta çürümeden önce tamamen arınamayacağına göre, neden ölülerin dirilişinde geri dönüyor? Ve ayrıca bilgelerimizin sözleriyle ilgili soru: “Ölülerin kaderinde kusurlarıyla birlikte dirilmek vardır, bu yüzden ‘Bu başkasıdır’ denmeyecektir” ( Zohar, Emor, 17).

Ve bu konuyu yaratılış düşüncesinin kendisinden, ilk koşuldan açıkça anlayacaksınız. Yaratılış düşüncesi O’nun yarattıklarını memnun etmek olduğu için, yaratılış düşüncesinde yer alan tüm bu lütfu almak için son derece aşırı bir arzu yaratması gerektiğini söylemiştik, çünkü Madde 6-7’de söylendiği gibi “büyük bir haz ve büyük bir alma arzusu el ele gider”. Orada bu aşırı alma arzusunun, O’nun yarattığı tüm yeni madde olduğunu belirtmiştik, çünkü O’nun yaratılış düşüncesini gerçekleştirmek için bundan başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Ve Birlik Şiiri’nde yazıldığı gibi, mükemmel Operatör’ün doğası, gereksiz işlemler yapmamaktır: “Yaptığın tüm işlerde Sen hiçbir şeyi unutmadın, atlamadın ya da eklemedin.”

Orada ayrıca bu aşırı alma arzusunun, Keduşa sisteminden tamamen çıkarıldığını ve tamamen bedenlerin, rızıklarının ve bu dünyadaki tüm varlıklarının uzandığı kirlilik dünyaları sistemine verildiğini söylemiştik. Kişi on üç yaşına geldiğinde, Tora ile meşgul olarak kutsal bir ruh edinmeye başlar. O zaman, edindiği Keduşa ruhunun büyüklüğüne göre Keduşa dünyalarının sistemi tarafından beslenir.

Yukarıda da söylediğimiz gibi, Tora ve Mitzvot’ta (Manevi çalışma ve ıslah) çalışmamız için bize verilen altı bin yıl boyunca, bundan bedene hiçbir ıslah gelmez. Çalışmalarımızla gelen tüm ıslahlar, sadece Keduşa ve arılık derecelerinde tırmanan ruhla ilgilidir, bu da sadece ruhla birlikte uzanan ihsan etme arzusunun artması anlamına gelir.

Bu nedenle beden eninde sonunda ölecek, gömülecek ve herhangi bir ıslahtan geçmediği için çürüyecektir. Yine de bu şekilde kalamaz, çünkü aşırı alma arzusu dünyadan yok olursa, yaratılış düşüncesi -O’nun yarattıklarına bahşetmeyi amaçladığı tüm büyük hazların alınması- gerçekleşmez çünkü “büyük bir alma arzusu ve büyük bir haz el ele gider”. Ve bunu alma arzusu azaldığı ölçüde, almaktan duyulan haz ve zevk de azalır.

26) Birinci koşulun üçüncü koşulu gerektirdiğini daha önce belirtmiştik; yaratılış düşüncesinde -ilk koşulda- olduğu gibi tam olarak materyalize olması, Madde 15’te söylendiği gibi tek bir şeyi bile atlamaması için. Dolayısıyla ilk koşul, ölü bedenlerin yeniden canlanmasını gerektirir. Bu, ikinci koşulda zaten ortadan kaldırılmış ve çürümüş olan aşırı alma arzularının şimdi tüm abartılı ölçüleriyle, hiçbir kısıtlama olmaksızın, yani geçmişteki tüm kusurlarıyla birlikte yeniden canlandırılması gerektiği anlamına gelir.

O zaman çalışma yeniden başlar; bu aşırı alma arzusunu tersine çevirerek yalnızca ihsan etmek üzere çalışmak. İşte o zaman kazancımızı, edinimimizi iki katına çıkarmış olacağız:

  1. Yaratılış düşüncesindeki tüm hazzı, zevki ve güzelliği alabileceğimiz bir yerimiz olacak, çünkü zaten bu hazlarla el ele giden aşırı alma arzusuna sahip bir bedenimiz olacak.
  2. Bu şekilde almamız yalnızca Yaratıcı’mıza hoşnutluk bahşetmek için olacağından, bu alma Madde 11’de söylendiği üzere, tam bir ihsan etme olarak kabul edilecektir. Bu da bizi üçüncü koşuldaki formumuz olan Dvekut (bütünleşme) demek olan form eşitliğine getirecektir. Dolayısıyla, birinci koşul, kesinlikle ölülerin diriltilmesini gerektirir.

27) Gerçekten de ölüler için diriliş olamaz, ancak ıslahın sonuna doğru, ikinci koşulun sonuna doğru olabilir. Çünkü bir kez aşırı alma arzumuzu reddetmekle ödüllendirildikten ve bize sadece ihsan etme arzusu bahşedildikten ve Nefeş, Ruah, Neşama, Haya, Yehida olarak adlandırılan ruhun tüm muhteşem dereceleri bize bahşedildikten sonra, bu alma arzusunu reddetme çalışmamız sayesinde, beden tüm aşırı alma arzusuyla yeniden canlanana kadar en büyük mükemmelliğe ulaşmış oluruz ve artık Dvekut’umuzdan ayrılarak ondan zarar görmeyiz.

Aksine, onun üstesinden gelir ve ona ihsan etme formunu veririz. Aslında bu, ondan uzaklaştırmak istediğimiz her bozuk nitelik için yapılır. 1) Ondan geriye hiçbir şey kalmayana kadar onu tamamen ortadan kaldırmalıyız. 2) Daha sonra, onu tekrar alabilir ve orta yolda yürütebiliriz. Ancak onu tamamen ortadan kaldırmadığımız sürece, arzu edilen orta yolda yürütmek mümkün değildir.

28) Bilgelerimiz “Ölülerin kaderinde kusurlarıyla birlikte yeniden canlanmak ve sonra da iyileşmek vardır” demişlerdir. Bunun anlamı, başlangıçta aynı bedenin, yani aşırı alma arzusunun, Tora ve Mitzvot (Manevi çalışma ve ıslah) onu herhangi bir şekilde arındırmadan önce, kirlilik dünyalarının Merkava’sı [yapısı] altında büyüdüğü gibi, herhangi bir kısıtlama olmaksızın yeniden canlanmasıdır. “Bütün kusurlarıyla” ifadesinin anlamı budur.

Daha sonra, aşırı alma arzusunun tümünü, ihsan etme formuna sokmak için yeni bir tür çalışmaya başlarız. O zaman iyileşir, çünkü artık form eşitliğini edinmiştir. Ve bunun nedeninin de “‘Bu başka bir şeydir’ denilmesin diye”, yani onun hakkında yaratılış düşüncesinde sahip olduğundan farklı bir formda olduğu söylenmesin diye olduğunu söylediler. Bu böyledir çünkü o aşırı alma arzusu orada durmakta, yaratılış düşüncesindeki tüm bolluğu almayı hedeflemektedir.

Yalnızca bu arada arınması için kabuklara verilmiştir. Ama sonunda farklı bir beden olmamalıdır çünkü herhangi bir şekilde küçülmüş olsaydı, tamamen farklı sayılırdı ve dolayısıyla yaratılış düşüncesindeki tüm lütfu almaya layık olmazdı, çünkü orada ilk koşulda olduğu gibi alır.

29) Şimdi yukarıdaki ikinci araştırmayı çözebiliriz: Yaşadığımız günlerin kısa süresi boyunca, sadece küçük birer halkası olduğumuz uzun gerçeklik zincirindeki rolümüz nedir? Günlerimizin yetmiş yılı boyunca çalışmamızın dörde ayrıldığını bilin.

İlk bölüm, dört saf olmayan dünya olan ABYA’nın ellerinden tam, bozulmuş ölçüsünde kısıtlama olmaksızın almak üzere aşırı alma arzusunu edinmektir. Eğer bu bozulmuş alma arzusuna sahip değilsek, onu ıslah etmemiz de mümkün olmayacaktır çünkü “kişi kendisinde olmayanı ıslah edemez”.

Dolayısıyla, doğumla birlikte bedene nakşedilen alma arzusu yetersizdir. Aksine, en az on üç yıl boyunca saf olmayan kabuklar için de bir araç olmalıdır. Bu, kabukların onu kontrol etmesi ve ona ışıklarından vermesi gerektiği anlamına gelir, çünkü ışıkları, onun alma arzusunu artırır. Bunun nedeni, kabukların alma arzusuna verdiği doyumların, sadece alma arzusunun taleplerini genişletmesi ve artırmasıdır.

Örneğin, kişi doğduğunda sadece yüz arzusu vardır, daha fazla değil. Ama Sitra Ahra yüz arzu sağladığında, alma arzusu hemen büyür ve iki yüz ister. Sonra, Sitra Ahra iki yüz için tatmin sağladığında, arzu hemen genişler ve dört yüz ister. Eğer kişi Tora ve Mitzvot (Manevi çalışma ve ıslah) aracılığıyla bunun üstesinden gelmez ve alma arzusunu ihsan etmeye dönüştürmek için arındırmazsa, alma arzusu kişinin yaşamı boyunca genişler ve sonunda kişi isteklerinin yarısını elde edemeden ölür. Bu, Sitra Ahra’nın ve kabukların otoritesi altında olmak olarak kabul edilir; bunların rolü, alma arzusunu genişletmek ve güçlendirmek ve onu abartılı ve tamamen sınırsız hale getirmek, kişiye çalışmak ve ıslah etmek için ihtiyaç duyduğu tüm malzemeyi sağlamaktır.

30) İkinci bölüm, on üç yaş ve sonrasıdır. Bu noktada, Keduşa ruhunun arkası demek olan kalpteki noktaya güç verilir. Her ne kadar doğuştan alma arzusu olarak kıyafetlenmiş olsa da, yukarıda belirtilen nedenden dolayı ancak on üç yıl sonra uyanmaya başlar ve o zaman kişi Tora ve Mitzvot (Manevi çalışma ve ıslah) ile meşgul olduğu ölçüde Keduşa dünyalarının sistemine girmeye başlar.

Bu sürenin başlıca amacı, manevi alma arzusunu edinmek ve yoğunlaştırmaktır, çünkü kişi doğduğunda sadece maddeselliğe yönelik bir alma arzusuna sahiptir. Bu nedenle, kişi on üç yaşına gelmeden önce aşırı alma arzusunu edinmiş olsa da, yine de alma arzusunun büyümesi tamamlanmış sayılmaz zira alma arzusunun birincil yoğunlaşması sadece maneviyata yöneliktir.

Bunun nedeni, örneğin on üç yaşına gelmeden önce, kişinin alma arzusunun bu maddesel dünyadaki tüm zenginlik ve saygıyı yutmak istemesidir. Bu dünyanın ebedi bir dünya olmadığı ve hepimiz için geçici bir gölgeden ibaret olduğu açıktır. Fakat kişi, aşırı manevi alma arzusunu edindiğinde, kendisi için ebedi bir mülk olan bir sonraki, ebedi dünyadaki tüm zenginlikleri ve hazları kendi hazzı için yutmak ister. Böylece, aşırı alma arzusunun çoğunluğu, sadece manevi alma arzusuyla tamamlanır.

31) “Sülüğün iki kızı vardır: ‘Ver, ver’” ayeti (Atasözleri 30) hakkında (Yeni Tikkunim 97b’de) şöyle yazılmıştır: “Sülük, Cehennem demektir. Ve o Cehennem’de yakalanan kötüler, köpekler gibi ‘Hav! Hav! [Ver, ver]’ diye bağırır”, yani ‘bize bu dünyanın zenginliğini ver, bize öbür dünyanın zenginliğini ver’.

Ancak bu, ilkinden çok daha önemli bir derecedir, çünkü alma arzusunun tam ölçüsünü edinmenin yanı sıra, kişinin çalışması için ihtiyaç duyduğu tüm malzemeyi vermek, kişiyi Lişma’ya [O’nun rızası için] getiren bir derecedir. Bilgelerimizin dediği gibi (Pesahim 50b): “Kişi her zaman Tora ve Mitzvot (Manevi çalışma ve ıslah) Lo Lişma [O’nun rızası için değil] ile meşgul olmalıdır, çünkü kişi Lo Lişma’dan Lişma’ya gelir.”

Dolayısıyla, on üç yaşından sonra gelen bu derece, Keduşa olarak addedilir. Bu, kutsal Şehina [Kutsallık] olan hanımına hizmet eden kutsal hizmetçi olarak kabul edilir, çünkü hizmetçi kişiyi Lişma’ya getirir ve kişi Şehina’nın aşılanmasıyla ödüllendirilir. Yine de, kişi Lişma’ya gelmek için uygun olan her önlemi almalıdır, çünkü kişi bunun için çabalamaz ve Lişma’ya ulaşamazsa, kutsal hizmetçinin tam tersi olan ve rolü kişinin kafasını karıştırmak olan, saf olmayan hizmetçinin kuyusuna düşecektir, bu yüzden de Lo Lişma onu Lişma’ya getirmeyecektir. Onun hakkında şöyle denir: “Hanımının varisi olan bir hizmetçi” (Özdeyişler 30), çünkü kişinin Kutsal Şehina olan hanımına yaklaşmasına izin vermeyecektir.

Ve bu bölümdeki son derece, kişinin maddesel bir aşka kapılması gibi, Yaradan’a tutkuyla aşık olmasıdır, ta ki şairin dediği gibi, “O’nu hatırladığımda, gözüme uyku girmez” diyene kadar. Sonra onun hakkında şöyle denir: “Gerçekleşen bir arzu bir Hayat Ağacı’dır” (Atasözleri 13). Bunun nedeni, ruhun beş derecesinin beş yüz yıl boyunca uzanan Hayat Ağacı olmasıdır. Her bir derece yüz yıl sürer, yani üçüncü bölümde açıklanan NRNHY’ın [Nefeş, Ruah, Neşama, Haya, Yehida] beş izlenimini de almasını sağlayacaktır.

32) Üçüncü bölüm, ödül almak için değil, ihsan etmek için Tora ve Mitzvot (Manevi çalışma ve ıslah) Lişma’da çalışmaktır. Bu çalışma kişinin içindeki alma arzusunu temizler ve ihsan etme arzusuna dönüştürür. Kişi alma arzusunu arındırdığı ölçüde, NRNHY olarak adlandırılan ruhun beş parçasını almaya layık hale gelir (aşağıda Madde 42’de). Çünkü bunlar ihsan etme arzusunun içinde dururlar (bkz. Madde 23) ve alma arzusu -ki bu arzu ruha zıttır, hatta ruhun formundan farklıdır- onu kontrol ettiği sürece kişinin bedenini kıyafetlendiremez.

Bunun nedeni, Madde 11’de belirtildiği gibi, kıyafetlenme meselesi ile form eşitliğinin el ele gitmesidir. Kişi tamamen ihsan etme arzusu içinde olmakla ve hiç kendisi için olmamakla ödüllendirildiğinde, ilk durumda Ein Sof’taki kökenlerinden Keduşa’nın ABYA’sına kadar uzanan üst NRNHY ile form eşitliğini edinmekle ödüllendirilecek ve anında ona uzanacak ve onu aşamalı bir şekilde kıyafetlendirecektir.

Dördüncü bölüm, ölülerin diriltilmesinden sonra yürütülen çalışmadır. Bu, ölüm ve gömülme yoluyla zaten tamamen yok olmuş olan alma arzusunun, bilgelerimizin Madde 28’de yazdığı gibi, “Ölüler kusurlarıyla dirilecekler” dediği üzere, şimdi aşırı, en kötü alma arzusuyla yeniden canlandığı anlamına gelir. O zaman, ihsan etme formunda almaya dönüşür. Bununla birlikte, bu dünyada henüz hayattayken kendilerine bu çalışma verilen seçilmiş birkaç kişi vardır.

33) Şimdi geriye altıncı araştırmanın açıklığa kavuşturulması kaldı ki bu da bilgelerimizin, üst ve alt tüm dünyaların yalnızca insan için yaratıldığını söyleyen sözleridir. Üst, manevi dünyalarla kıyaslandığında çok daha az değerli olan bu dünyada önümüzde duran gerçeklikle kıyaslandığında değeri sadece bir zerre olan insan için Yaradan’ın tüm bunları yaratma zahmetine girmesi çok tuhaf görünmektedir. Ve daha da tuhaf olanı, insanın tüm bu engin manevi dünyalara ne için ihtiyaç duyacağıdır?

Bilmelisiniz ki, Yaratıcımızın yarattıklarına ihsan etmekten duyduğu memnuniyet, yaratılanların O’nu hissetmesine -O’nun veren ve onları mutlu eden olduğunu hissetmesine- bağlıdır. O zaman, bir babanın sevgili oğluyla oynadığı gibi, oğul babasının büyüklüğünü ve yüceliğini hissettiği ve tanıdığı ölçüde, onlardan büyük bir zevk alır ve babası onun için hazırladığı tüm hazineleri ona gösterir, şöyle yazıldığı gibi (Yeremya 31): “Efrayim benim sevgili oğlum, mutluluk kaynağı değil midir?” Çünkü ne zaman ondan söz etsem, onu yeniden anımsıyorum. Bu yüzden kalbim onu özlüyor, elbette ona merhamet edeceğim, der Efendimiz.”

Bu sözleri dikkatle inceleyin ve böylece Efendi’nin, O’nu hissetme ve O’nun yüceliğini kendileri için hazırladığı tüm şekillerde tanıma lütfuna erişmiş olanlarla ilgili büyük sevincini öğrenebilirsiniz, ta ki onlar sevgili oğluyla birlikte olan bir baba gibi, mutluluk kaynağı olan çocuğuyla birlikte olan bir baba gibi oluncaya kadar. Bu konuda daha fazla devam etmemize gerek yok, çünkü bu tam, bütün olanlarla bu memnuniyet ve mutluluk için, O’nun tüm dünyaları, daha üst ve daha alt olanları yaratmaya değdiğini bilmemiz bizim için yeterli.

34) Yaradan, yarattıklarını yukarıda bahsedilen yüce dereceyi edinmeye hazırlamak için, bunu birbirinden gelişen ve “cansız”, “bitkisel”, “hayvansal” ve “konuşan” olarak adlandırılan dört derecelik bir düzenle yapmak istemiştir. Bunlar aslında üst dünyaların bölündüğü alma arzusunun dört safhasıdır. Her ne kadar arzunun büyük kısmı alma arzusunun dördüncü safhasında olsa da, dördüncü safhanın bir anda ortaya çıkması mümkün değildir, ancak On Sefirot Çalışması, Madde 50’de açıklandığı gibi, önceki üç safhada ve bu safhalar aracılığıyla, dördüncü safha formunda tamamen tamamlanıncaya kadar yavaş yavaş gelişir ve ortaya çıkar.

35) Alma arzusunun bu maddesel dünyada ilk tezahürü olan ve “cansız” olarak adlandırılan birinci safhasında, cansız kategorisinin tamamı için yalnızca hareketin kolektif bir gücü vardır. Ancak belirli öğelerinde hiçbir hareket görülmez. Bunun nedeni ihtiyaçların alma arzusu tarafından üretilmesi ve bu ihtiyaçların da ihtiyacı karşılamaya yetecek kadar hareket üretmesidir. Yalnızca küçük bir alma arzusu olduğu için, bir kerede yalnızca kategorinin tamamına hükmeder, ancak belirli öğeler üzerindeki gücü ayırt edilemez.

36) Buna bitkisel olan eklenir ki bu da alma arzusunun ikinci safhasıdır. Ölçüsü, cansızdan daha büyüktür ve alma arzusu her bir öğesine hükmeder, çünkü her bir öğenin kendi hareketi vardır, enine ve boyuna genişler ve güneşe doğru hareket eder. Ayrıca, yeme, içme ve atık salgılama meselesi de her birinde belirgindir. Bununla birlikte, özgürlük ve bireysellik hissi onlarda henüz yoktur.

37) Bunun üzerine, alma arzusunun üçüncü safhası olan hayvansal seviye gelir. Ölçüsü, zaten büyük ölçüde tamamlanmıştır, çünkü bu alma arzusu zaten her bir öğede bir özgürlük ve bireysellik hissi yaratır, bu da her bir birimin ayrı ayrı kendine özgü yaşamıdır. Yine de başkalarının hissinden yoksundurlar, yani başkalarının acılarını ya da sevinçlerini paylaşmak konusunda hiçbir hazırlıkları yoktur.

38) Hepsinin üstünde, alma arzusunun dördüncü safhası olan insan türü gelir. Bu tam ve nihai ölçüdür ve alma arzusu başkalarını hissetmeyi de içerir. Ve eğer alma arzusunun üçüncü safhası -ki bu hayvansaldır- ile insandaki alma arzusunun dördüncü safhası arasındaki kesin farkı bilmek isterseniz, size bunun gerçekliğin bütününe kıyasla tek bir varlığın değeri kadar olduğunu söyleyeceğim.

Bunun nedeni, başkalarını hissetme yetisinden yoksun olan hayvansal seviyedeki alma arzusunun, yalnızca bu canlıda iz bıraktığı ölçüde ihtiyaç ve arzu üretebilmesidir. Ancak başkalarını da hissedebilen insan, başkalarının da sahip olduğu her şeye muhtaç hale gelir ve bu nedenle başkalarının sahip olduğu her şeyi elde etmek için kıskançlıkla dolar. Eğer yüze sahipse, iki yüz ister ve böylece ihtiyaçları sonsuza dek çoğalır, ta ki tüm dünyada ne varsa hepsini yutmak isteyene kadar.

39) Artık Yaradan’ın yarattığı varlıklar için arzuladığı amacın, yarattıklarına ihsan etmek olduğunu ve böylece onların O’nun doğruluğunu ve yüceliğini bileceklerini ve “Efrayim benim sevgili oğlum, mutluluk kaynağı değil midir?” ayetinde tarif edilen ölçülerde onlar için hazırladığı tüm zevk ve hazzı alacaklarını gösterdik. Böylece, bu amacın, ne kadar parlak olurlarsa olsunlar, dünya, ay ya da güneş gibi cansız ve büyük küreler için geçerli olmadığını, bitkisel ya da hayvansal seviye için de geçerli olmadığını açıkça görürsünüz, çünkü onlar kendi türlerinden bile olsa başkalarını hissetmekten yoksundurlar. Dolayısıyla, Tanrısallığın ve O’nun ihsanının hissiyatı onlara nasıl uygulanabilir?

Yalnızca insanlar, Tora ve Mitzvot’ta (Manevi çalışma ve ıslah) çalıştıktan sonra, kendilerine benzeyen aynı türden diğerlerinin hissiyle hazırlandıklarında, alma arzularını ihsan etme arzusuna dönüştürdüklerinde ve Yaratıcı’larıyla form eşitliğine ulaştıklarında, NRNHY adı verilen üst dünyalarda kendileri için hazırlanmış olan tüm dereceleri edinirler. Bu sayede yaratılış düşüncesinin amacını alacak niteliklere sahip olurlar. Sonuçta, tüm dünyaların yaratılış amacı, yalnızca insan içindir.

40) Ve bunun bazı filozofların gözünde tamamen kabul edilemez olduğunu biliyorum. Onlar, düşük ve değersiz olarak gördükleri insanın, muhteşem yaratılışın merkezi olduğunu kabul edemezler. Oysa onlar bir turpun içinde doğmuş bir solucan gibidirler. Bu solucan orada yaşar ve Yaradan’ın dünyasının, içine doğduğu turp kadar acı, karanlık ve küçük olduğunu düşünür. Ama turpun kabuğunu kırıp dışarı bakar bakmaz, şaşkınlıkla şöyle der: “Tüm dünyanın, içine doğduğum turp gibi olduğunu sanıyordum, oysa şimdi önümde kocaman, güzel ve muazzam bir dünya görüyorum!”

Doğuştan sahip oldukları alma arzusunun kabuğuna gömülmüş ve bu sert kabuğu kırıp onu Yaradan’ı hoşnut etme arzusuna dönüştürecek olan uygulamalı Tora ve Mitzvot (Manevi çalışma ve ıslah) gibi eşsiz şifayı almaya çalışmamış olanlar da böyledir. Gerçekte oldukları gibi, kendi değersizlikleri ve boşluklarına göre karar vermek durumunda oldukları kesindir. Bu muhteşem gerçekliğin sadece kendileri için yaratılmış olduğunu kavrayamazlar.

Gerçekten de, gerekli tüm arılıkla Yaratıcı’larını hoşnut etmek için Tora ve Mitzvot’a (Manevi çalışma ve ıslah) dalsalar ve içinde doğdukları alma arzusunun kabuğunu kırmaya çalışsalar ve ihsan etme arzusunu üstlenseler, gözleri derhal açılır ve kendileri için manevi dünyalarda hazırlanmış olan tüm bilgelik, zekâ ve berrak akıl derecelerini görür ve bunları edinirlerdi. O zaman bilgelerimizin söylediği şeyi kendileri için söylerlerdi: “İyi bir misafir ne der? ‘Ev sahibi ne yaptıysa sadece benim için yaptı’ der.”

41) Fakat insanın Yaradan’ın kendisi için yarattığı tüm üst dünyalara neden ihtiyaç duyduğu halen açıklığa kavuşturulmamıştır? Bunların ne faydası var? Tüm dünyaların gerçekliğinin genel olarak a) Adam Kadmon, b) Atzilut, c) Beria, d) Yetzira ve e) Asiya olarak adlandırılan beş dünyaya bölündüğünü unutmayın. Bunların her birinde beş Sefirot KHBTM [Keter, Hohma, Bina, Tiferet ve Malhut] olan sayısız ayrıntı vardır. AK [Adam Kadmon] dünyası Keter’dir, Atzilut dünyası Hohma’dır, Beria dünyası Bina’dır, Yetzira dünyası Tiferet’tir ve Asiya dünyası Malhut’tur.

Bu beş dünyada kıyafetlenen ışıklara YHNRN denir. Yehida’nın ışığı Adam Kadmon dünyasında, Haya’nın ışığı Atzilut dünyasında, Neşama’nın ışığı Beria dünyasında, Ruah’ın ışığı Yetzira dünyasında ve Nefeş’in ışığı Asiya dünyasında parlar.

Tüm bu dünyalar ve içlerindeki her şey kutsal isim olan Yod-Hey-Vav-Hey’e ve Yod’un ucuna dahildir. İlk dünya olan AK’de hiçbir algımız yoktur. Dolayısıyla, bu sadece ismin Yod’unun ucunda ima edilir. Bu yüzden ondan bahsetmeyiz ve her zaman sadece dört dünya olan ABYA’dan bahsederiz. Yod Atzilut dünyası, Hey Beria dünyası, Vav Yetzira dünyası ve en alttaki Hey de Asiya dünyasıdır.

42) Ein Sof’tan bu dünyaya kadar uzanan tüm manevi gerçekliği içeren beş dünyayı şimdi açıklamış olduk. Bununla birlikte, bunlar birbirlerine dahildir ve dünyaların her birinde, beş dünyaya karşılık gelen beş ışık NRNHY’ın kıyafetlendiği beş dünya, beş Sefirot KHBTM vardır.

Ve her dünyada beş Sefirot KHBTM’un yanı sıra, dört manevi kategori vardır -cansız, bitkisel, hayvansal ve konuşan. Burada insan ruhu konuşan, hayvansal seviye, o dünyadaki melekler, bitkisel seviye “kıyafetler” ve cansız seviye de “salonlar” olarak kabul edilir. Ayrıca hepsi birbirini kıyafetlendirir: İnsanların ruhları olan konuşan seviye, o dünyadaki Tanrısallık olan beş Sefirot KHBTM’u kıyafetlendirir (Tanrısallık olan on Sefirot konusu “Zohar Kitabı’na Önsöz”de açıklanacaktır). Melekler olan hayvansal seviye, ruhları kıyafetlendirir; kıyafetler olan bitkisel seviye, melekleri kıyafetlendirir; salonlar olan cansız seviye ise hepsini kuşatır.

Bu kıyafetlenme, bu dünyadaki maddesel cansız, bitkisel, hayvansal ve konuşanla ilgili olarak açıkladığımız gibi (Madde 35-38), birbirlerine hizmet ettikleri ve birbirlerinden evrimleştikleri anlamına gelir. Orada da söylediğimiz gibi, üç kategori -cansız, bitkisel ve hayvansal- kendileri için değil, yalnızca dördüncü safha olan insan onlar tarafından gelişip yükselebilsin diye ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, rolleri yalnızca insana hizmet etmek ve ona faydalı olmaktır.

Tüm manevi dünyalarda da durum böyledir. Üç kategori -cansız, bitkisel ve hayvansal- orada yalnızca konuşan seviyeye, yani insan ruhuna hizmet etmek ve faydalı olmak için ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, hepsinin insanın ruhunu kıyafetlendirdiği, yani ona hizmet ettiği kabul edilir.

43) İnsan doğduğunda, hemen Keduşa’nın [kutsallık] Nefeş’ine sahip olur. Ancak aslında Nefeş’e değil, Nefeş’in küçüklüğünden dolayı “nokta” olarak adlandırılan son safhasına sahiptir. İnsanın kalbini, öncelikle insanın kalbinde bulunan alma arzusunda kıyafetlendirir.

Şu kuralı bilin ki, gerçekliğin bütünü için geçerli olan her şey, her bir dünya için, o dünyada bulunabilecek en küçük parçacık için bile geçerlidir. Dolayısıyla, gerçekliğin bütününde beş Sefirot KHBTM olan beş dünya olduğu gibi, her bir dünyada da beş Sefirot KHBTM vardır ve o dünyadaki her bir küçük parçada da beş Sefirot vardır.

Bu dünyanın dört Sefirot HBTM’a karşılık gelen cansız, bitkisel, hayvansal ve konuşan olarak ayrıldığını söylemiştik: 1) cansız, Malhut’a karşılık gelir, 2) bitkisel, Tiferet’e karşılık gelir, 3) hayvansal, Bina’ya karşılık gelir ve 4) konuşan, Hohma’ya karşılık gelir. 5)Ve hepsinin kökü Keter’e karşılık gelir. Ancak söylediğimiz gibi, cansız, bitkisel, hayvansal ve konuşan her türün en küçük öğesinde bile cansız, bitkisel, hayvansal ve konuşan olmak üzere dört aşama vardır. Dolayısıyla, konuşan kategorisinin tek bir öğesinde bile, yani tek bir kişide bile, Keduşa Nefeşi’nden gelen noktanın kıyafetlendiği, alma arzusunun dört parçası olan cansız, bitkisel, hayvansal ve konuşan da vardır.

44) On üç yaşından önce, kişinin kalbinde herhangi bir noktanın ortaya çıkması söz konusu olamaz. Ancak on üç yaşından sonra, herhangi bir niyet olmadan, yani Kral’a hizmet ederken uygun olduğu gibi sevgi ve korku olmadan, Lo Lişma’da bile Tora ve Mitzvot’la (Manevi çalışma ve ıslah) meşgul olmaya başladığında, kişinin kalbindeki nokta büyümeye ve eylemini göstermeye başlar.

Bu böyledir çünkü Mitzvot’un bir niyete ihtiyacı yoktur. Niyetsiz eylemler bile kişinin alma arzusunu arındırabilir, ancak sadece “cansız” denilen ilk derecede. Kişi alma arzusunun cansız kısmını arındırdığı ölçüde, Keduşa’nın Nefeş’inin cansız kısmı olan kalpteki noktanın 613 organını inşa eder.

Ve kişi, altı yüz on üç Mitzvot’un tamamını eylem halinde tamamladığında, 248 manevi organı “yapılması gereken” 248 Mitzvot’a uyarak ve 365 manevi tendonu “yapılmaması gereken” 365 Mitzvot’a uyarak inşa edilen Keduşa Nefeşi’nin cansız seviyesi olan kalpteki noktadaki altı yüz on üç organı, tam bir Keduşa Nefeş’inin Partzuf’u haline gelene kadar tamamlar. Ardından Nefeş yükselir ve Asiya’nın manevi dünyasındaki Malhut’un Sefira’sını [Sefirot’un tekili] kıyafetlendirir.

Ve Asiya’nın Malhut Sefira’sına tekabül eden o dünyadaki cansız, bitkisel ve hayvansal tüm manevi unsurlar, ruhun onları algıladığı ölçüde, oraya yükselmiş olan kişinin Nefeş Partzuf’una hizmet eder ve yardım eder. Bu kavramlar, onun manevi gıdası haline gelir ve Asiya’nın Malhut Sefirası’nın ışığını insanın bedenini aydınlatmak için istenen bütünlükte yayabilene kadar büyümesi ve çoğalması için ona güç verir. Ve bu tam ışık, kişinin Tora ve Mitzvot’ta (Manevi çalışma ve ıslah) çaba göstermesine ve kalan dereceleri almasına yardımcı olur.

Ve insanın bedeninin doğumunda, Nefeş’in ışığının bir noktasının doğduğunu ve onu kıyafetlendirdiğini belirtmiştik. Burada da durum böyledir: Keduşa’nın Nefeş’inin Partzuf’u doğduğunda, bitişiğindeki daha yüksek dereceden bir nokta onunla birlikte doğar, yani Asiya’nın Ruah’ının ışığının son derecesi ve Nefeş’in Partzuf’unun içinde kıyafetlenir.

Bu tüm derecelerde böyledir. Doğan her derece ile birlikte, bir üst derecedeki son aşama anında onun içinde belirir. Bunun nedeni, derecelerin en üstüne kadar üst ve alt arasındaki tüm bağlantının bu olmasıdır. Böylece, bir üst dereceden içinde var olan bu nokta aracılığıyla, bir sonraki daha yüksek dereceye yükselebilir hale gelir.

45) Ve Nefeş’in bu ışığına “Asiya dünyasındaki Keduşa’nın cansızının ışığı” denir, çünkü insanın bedenindeki alma arzusunun cansız kısmının arılığına karşılık gelir. Maneviyatta, maddeselliğin cansız seviyesi gibi parlar. Yukarıda, Madde 35’te, parçacıklarının bireysel bir harekete sahip olmadığı, sadece tüm öğeler için eşit olarak ortak olan kolektif bir harekete sahip olduğu açıklanmıştır. Asiya’nın Partzuf’unun ışığı da böyledir: İçinde bolluğu almanın 613 formu olan 613 organ olmasına rağmen, bu değişimler onda belirgin değildir, sadece genel bir ışık vardır ve bu ışığın eylemi hiçbir detay ayrımı olmaksızın hepsini eşit şekilde sarar.

46) Sefirot’un Tanrısallık olmasına ve AK dünyasındaki Keter’in tepesinden Asiya dünyasındaki Malhut Sefira’sının en altına kadar aralarında hiçbir fark olmamasına rağmen, Sefirot ışıklar ve kaplar olarak kabul edildiğinden ve Sefirot’taki ışık saf Tanrısallık olduğundan, alıcılar açısından yine de büyük bir fark olduğunu unutmayın. Ancak alt dünyaların her birinde KHBTM olarak adlandırılan kaplar -Beria, Yetzira, Asiya- Tanrısallık olarak kabul edilmez. Bunlar daha ziyade, Ein Sof’un ışığını içlerinde gizleyen ve ışığının belirli bir miktarını alıcılara paylaştıran örtülerdir, ki böylece her biri sadece kendi arılığının seviyesine göre alır.

Bu bakımdan, ışığın kendisi tek olmasına rağmen, Sefirot NRNHY’daki ışıkları adlandırırız çünkü ışık, kapların niteliklerine göre bölünür. Malhut en kaba örtüdür ve Ein Sof’un ışığını gizler. Ondan alıcılara geçen ışık, insanın cansız bedeninin arındırılmasıyla ilgili olan sadece küçük bir kısımdır. Bu yüzden Nefeş olarak adlandırılır.

Tiferet kabı, Malhut kabından daha arıdır. Onun, Ein Sof’tan aktardığı ışık, Nefeş’in ışığından daha fazla etki ettiği için, insanın bedeninin bitkisel kısmının arındırılmasıyla ilgilidir. Buna “Ruah ışığı” denir.

Bina’nın kabı, Tiferet’ten daha da arıdır ve Ein Sof’tan aktardığı ışık, insanın bedeninin hayvansal kısmının arındırılmasıyla ilgilidir ve buna “Neşama ışığı” denir.

En arı olanı Hohma’nın kabıdır. Onun Ein Sof’tan aktardığı ışık, insanın bedeninin konuşan kısmının arındırılmasıyla ilgilidir. Buna “Haya ışığı” denir ve etkisi ölçülemez.

47) Kişinin niyeti olmadan Tora ve Mitzvot (Manevi çalışma ve ıslah) ile meşgul olarak edindiği Partzuf Nefeş’te, zaten Ruah’ın ışığından kıyafetlenmiş bir nokta vardır. Ve kişi arzu edilen amaçla güçlenip Tora ve Mitzvot’u (Manevi çalışma ve ıslah) yerine getirdiğinde, içindeki alma arzusunun bitkisel kısmını arındırır ve bu ölçüde Ruah noktasını bir Partzuf haline getirir. Ve 248 Mitzvot’u “yapmak” niyetiyle yerine getirerek, bu nokta 248 manevi organı vasıtasıyla genişler. Ve “yapılmaması gereken” 365 Mitzvot’u gözlemleyerek, bu nokta 365 tendonu vasıtasıyla genişler.

Tüm 613 organı ile tamamlandığında, yükselir ve Asiya’nın manevi dünyasındaki Tiferet Sefira’sını kıyafetlendirir, bu da ona Ein Sof’tan daha büyük bir ışık yayar, buna “Ruah ışığı” denir, bu da insanın bedenindeki bitkisel kısmın arınmasına karşılık gelir. Ve Asiya dünyasındaki Tiferet seviyesiyle ilgili olan cansız, bitkisel ve hayvansal tüm öğeler, yukarıda Nefeş’in ışığıyla ilgili olarak açıklandığı üzere, kişinin Ruah Partzuf’unun Sefira Tiferet’ten gelen ışıkları tümüyle almasına yardımcı olur. Bu nedenle, “Keduşa’nın Bitkiselliği (Kutsal Bitkisel)” olarak adlandırılır.

Bu ışığın doğası, maddesel bitkisel gibidir: Her bir unsurunun hareketinde belirgin farklılıklar vardır. Aynı şekilde, bitkiselin manevi ışığı da Partzuf Ruah’taki 613 organın her biri için benzersiz şekillerde parlamaya yetecek güce sahiptir. Her biri o organla ilgili eylem gücünü ortaya koyar. Ayrıca, Partzuf Ruah’ın ortaya çıkmasıyla birlikte, ondan bir üst derecenin noktası, kendi içselliğinde kıyafetlenen Neşama’nın ışığının bir noktası ortaya çıkmıştır.

48) Ve kişi Tora’nın sırları ve Mitzvot’un tatları ile meşgul olarak, alma arzusunun hayvansal kısmını arındırır ve bu ölçüde 248 organı ve 365 tendonu ile içinde kıyafetlenmiş olan ruhun noktasını inşa eder. İnşası tamamlandığında ve bir Partzuf haline geldiğinde, yükselir ve Asiya’nın manevi dünyasındaki Sefira Bina’yı kıyafetlendirir. Bu kap, ilk kaplar olan TM’den [Tiferet ve Malhut] çok daha arıdır. Dolayısıyla, ona Ein Sof’tan “Neşama ışığı” olarak adlandırılan büyük bir ışık aktarır.

Asiya dünyasındaki Bina seviyesiyle ilgili tüm cansız, bitkisel ve hayvansal öğeler, Nefeş’in ışığı hakkında açıklandığı üzere, kişinin Neşama Partzuf’una Sefira Bina’dan tüm ışıklarını alması için yardım eder ve hizmet eder. Aynı zamanda “Keduşa’nın hayvansal seviyesi” olarak da adlandırılır çünkü insanın bedeninin hayvansal kısmının arınmasına karşılık gelir. Madde 37’deki maddesel hayvansal seviye hakkında açıklandığı gibi, ışığının doğası da böyledir; Partzuf’un 613 organının her birine bireysellik hissi verir, böylece her biri Partzuf’un geri kalanına bağımlı olmaksızın canlı ve özgür hisseder.

Sonunda, 613 organının 613 Partzufim [çoğulu Partzuf] olduğu, her birinin kendi ışığında benzersiz olduğu fark edilir. Bu ışığın maneviyatta Ruah’ın ışığına üstünlüğü, maddesellikte hayvansal olanın cansız ve bitkisel olana üstünlüğü gibidir. Ayrıca Partzuf Neşama’nın ortaya çıkışı ile Hohma Sefira’sının ışığı olan Keduşa’nın Haya’sının ışığından bir nokta uzanır ve içselliğinde kıyafetlenir.

49) Kişi, “Neşama’nın ışığı” adı verilen büyük ışıkla ödüllendirildikten sonra, bu Partzuf’taki 613 organın her biri, her biri bağımsız bir Partzuf olarak, tamamen kendine özgü bir şekilde parlar. O zaman kişinin önünde her bir Mitzva’yı gerçek niyetine göre yerine getirme imkânı açılır, çünkü ruhun Partzuf’undaki her bir organ, o organla ilgili her bir Mitzva’nın yolunu aydınlatır.

Bu ışıkların büyük gücü sayesinde, kişi alma arzusunun konuşan kısmını arındırır ve onu ihsan etme arzusuna dönüştürür. Ve bu ölçüde, içinde kıyafetlenen Haya ışığının noktası, manevi 248 organında ve 365 tendonunda inşa edilir.

Bu tam bir Partzuf’a tamamlandığında, yükselir ve ölçülemeyecek kadar arı bir kap olan Asiya’nın manevi dünyasındaki Hohma Sefira’sını kıyafetlendirir. Bu nedenle, “Haya ışığı” veya Neşama’dan Neşama’ya olarak adlandırılan Ein Sof’tan ona muazzam bir ışık uzatır ve Asiya dünyasındaki Hohma Sefirası ile ilgili cansız, bitkisel ve hayvansal olan tüm unsurlar, Hohma Sefirası’nın ışığını sonuna kadar almasında ona yardımcı olur.

İnsanın bedenindeki konuşan kısmın arınmasına karşılık geldiği için buna “Keduşa’nın konuşan seviyesi” de denir. Bu ışığın Tanrısallıktaki değeri, maddesel cansız, bitkisel, hayvansal ve konuşan seviyenin değeri kadardır. Bu, kişinin başkalarını öyle bir şekilde hissettiği anlamına gelir ki, bu ışığın manevi cansız, bitkisel ve hayvansal olan üzerindeki ölçüsü, maddesel konuşanın maddesel cansız, bitkisel ve hayvansal olan üzerindeki avantajı gibidir. Ve bu Partzuf’ta kıyafetlenen Ein Sof’un ışığına “Yehida ışığı” denir.

50) Gerçekten de, Asiya dünyasından alınan bu beş ışığın, NRNHY’ın, Nefeş’in ışığının NRNHY’ından başka bir şey olmadığını ve Ruah’ın ışığından hiçbir şey içermediğini bilmelisiniz. Çünkü Ruah’ın ışığı sadece Yetzira dünyasında, Neşama’nın ışığı sadece Beria dünyasında, Haya’nın ışığı sadece Atzilut dünyasında ve Yehida’nın ışığı sadece AK dünyasındadır.

Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi, bütünün içinde var olan her şey, mümkün olan en küçük parçaya kadar tüm parçalarda da görünür. Dolayısıyla, bu beş niteliğin hepsi, NRNHY, sadece Nefeş’in NRNHY’ı olmalarına rağmen, Asiya dünyasında da mevcuttur. Benzer şekilde, bu beş niteliğin hepsi, NRNHY, Ruah’ın beş parçası olan Yetzira dünyasında da mevcuttur. Aynı şekilde, Neşama’nın beş parçası olan Beria dünyasında da bu beş niteliğin hepsi, NRNHY vardır. Haya ışığının beş parçası olan Atzilut dünyasında da böyledir ve Yehida ışığının beş parçası olan AK dünyasında da böyledir. Dünyalar arasındaki fark, Asiya’nın NRNHY’ının her biri arasındaki ayrımlarda açıkladığımız gibidir.

51) Bilin ki tövbe ve arınma, kişi ahmaklığa dönmesin diye tamamen kalıcı olmadıkça kabul edilmez, şöyle yazıldığı gibi: “Teşuva [tövbe] ne zaman gelir? Gizemleri bilen, onun ahmaklığa geri dönmeyeceğine tanıklık ettiği zaman.” Böylece, daha önce de söylediğimiz gibi, kişi alma arzusunun kalan kısmını arındırırsa, Asiya’nın Nefeş’inin bir Partzuf’u ile ödüllendirilir ve Asiya’nın Malhut’unun Sefira’sına yükselir ve onu kıyafetlendirir.

Bu, kişinin ahmaklığa geri dönmeyeceği bir şekilde, cansız kısmının kalıcı olarak arınmasının kendisine kesinlikle bahşedileceği anlamına gelir. O zaman Asiya’nın manevi dünyasına yükselebilir, zira o dünyanın mutlak saflığına ve form eşitliğine sahip olur.

Ancak Asiya’nın Ruah, Neşama, Haya ve Yehida’sı olduğunu söylediğimiz ve bunlara karşılık gelen diğer derecelere gelince, kişi alma arzusunun bitkisel, hayvansal ve konuşan kısımlarını arındırmalıdır ki böylece onları kıyafetlendirip alabilsin. Bununla birlikte, arınmanın kalıcı olması gerekmez, “gizemleri bilen, ahmaklığa dönmeyeceğine tanıklık edene kadar”.

Bu böyledir çünkü Asiya dünyasının tamamı, beş Sefirot KHBTM ile birlikte, aslında sadece Malhut’tur ve bu da sadece cansız olanın arındırılmasıyla ilgilidir. Ve beş Sefirot da Malhut’un beş parçasından başka bir şey değildir.

Bu nedenle, kişi alma arzusunun cansız kısmını arındırmakla zaten ödüllendirilmiş olduğundan, Asiya dünyasının tamamıyla form eşitliğine sahiptir. Bununla birlikte, Asiya dünyasındaki her Sefira, üstündeki dünyalarda ona karşılık gelen safhadan alır. Örneğin, Asiya’nın Tiferet Sefirası, tamamen Tiferet ve Ruah’ın ışığı olan Yetzira dünyasından alır; Asiya’nın Bina Sefirası, tamamen Neşama olan Beria dünyasından alır; ve Asiya’nın Hohma Sefirası, tamamen Hohma ve Haya’nın ışığı olan Atzilut dünyasından alır.

Bu nedenle, kişi yalnızca cansız kısmı kalıcı olarak arındırmış olsa da, eğer alma arzusunun geri kalan üç kısmını kalıcı olarak olmasa bile arındırmışsa, Tiferet, Bina ve Asiya’nın Hohma’sından Ruah, Neşama ve Haya alabilir, zira alma arzusunun üç kısmından biri uyandığında, bu ışıkları anında kaybeder.

52) Kişi alma arzusunun bitkisel kısmını kalıcı olarak arındırdıktan sonra, kalıcı olarak Yetzira dünyasına yükselir ve burada kalıcı olarak Ruah derecesini edinir. Orada ayrıca, Asiya dünyasında gördüğümüz gibi, hayvansal ve konuşan kısımlarını daimi olarak arındırması kendisine bahşedilmeden önce bile, orada bulunan ve Ruah’ın Neşama’sı ve Ruah’ın Haya’sı olarak kabul edilen Sefirot Bina ve Hohma’dan Neşama ve Haya’nın ışıklarını edinebilir. Ancak bu kalıcı değildir, çünkü alma arzusunun bitkisel kısmını kalıcı olarak arındırdıktan sonra, Asiya dünyası hakkında yazıldığı gibi, zaten Yetzira dünyasının tamamı ile en yüksek derecesine kadar form eşitliğindedir.

53) Kişi alma arzusunun hayvansal kısmını arındırdıktan ve onu ihsan etme arzusuna dönüştürdükten sonra, “tüm gizemleri bilen, onun ahmaklığa geri dönmeyeceğine tanıklık edene kadar”, o zaten Beria dünyası ile form eşitliği içindedir. Orada yükselir ve Neşama’nın kalıcı ışığını alır. Ve bedeninin konuşan kısmını arındırarak, Sefira Hohma’ya kadar yükselebilir ve Yetzira ve Asiya’da olduğu gibi kalıcı olarak arındırmamış olsa da, orada bulunan Haya’nın ışığını alabilir. Ancak bu ışık da onun için sürekli olarak parlamaz.

54) Kişi alma arzusundaki konuşan kısmın daimi arınması ile ödüllendirildiğinde, ona Atzilut dünyası ile form eşitliği verilir ve orada yükselir ve daimi olarak Haya’nın ışığını alır. Daha fazla ödüllendirildiğinde, Ein Sof’un ışığını alır ve Yehida’nın ışığı Haya’nın ışığı ile kıyafetlenir ve burada eklenecek başka bir şey yoktur.

55) Böylece, Madde 1’de sorduğumuz soruya açıklık getirmiş olduk, “İnsan, Yaradan’ın kendisi için yarattığı tüm üst dünyalara neden ihtiyaç duyar? İnsanın onlara ne ihtiyacı var?” Şimdi göreceksiniz ki, tüm bu dünyaların yardımı olmadan kişi Yaratıcı’sını hoşnut edemez. Bunun nedeni, alma arzusunun arılık ölçüsüne göre NRNHY adı verilen ruhunun ışıklarına ve derecelerine ulaşmasıdır. Ve ulaştığı her dereceyle birlikte, o derecenin ışıkları arınmasında ona yardımcı olur.

Böylece, kişi, yaratılış düşüncesindeki nihai amacın hazlarına ulaşıncaya kadar derecelerde yükselir, bkz. 33. Madde. Zohar, Noah, Madde 63’te, “Arınmak için gelene yardım edilir” ayeti hakkında şöyle yazılmıştır. “Ona ne ile yardım edilir?” diye sorar. Ve ona kutsal bir ruhla yardım edilir diye cevap verir, zira ruhun tüm NRNHY derecelerinin yardımı olmadan arzu edilen arınmaya, yaratılış düşüncesine ulaşmak mümkün değildir.

56) Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz tüm NRNHY’ın, gerçekliğin bütününün bölündüğü beş parça olduğunu bilmelisiniz. Gerçekten de, bütünün içinde olan her şey, gerçekliğin en küçük parçasında bile mevcuttur. Örneğin, sadece manevi Asiya’nın cansız parçasında bile, NRNHY’ın beş genel niteliğiyle ilişkili olan, NRNHY’ın beş niteliğini edinmek gerekir.

Dolayısıyla, Asiya’nın cansız kısmının ışığını bile çalışmanın dört kısmı dışında edinmek mümkün değildir. Bu nedenle, İsrail’den (Yaradan’a doğru olanlar) hiçbir kişi bile yoktur ki, seviyesine göre bunların hepsiyle meşgul olmaktan kendini muaf tutabilsin. 1) Kişi, kendi seviyesine göre Ruah seviyesini edinmek için, Tora ve Mitzvot (Manevi çalışma ve ıslah) ile niyetle meşgul olmalıdır. 2) Kişi, kendi seviyesine göre Neşama seviyesini edinmek için, kendi seviyesine göre Tora’nın sırlarıyla meşgul olmalıdır. 3) Ve aynı şey Mitzvot’un Taamim’i [tatları] için de geçerlidir, çünkü onlar olmadan Keduşa’daki en küçük ışığı bile tamamlamak mümkün değildir.

57) Şimdi bu nesilde başımıza gelen, bizden önceki tüm nesillerde hiç görmediğimiz kuraklığı ve karanlığı anlayabilirsiniz. Bu böyledir çünkü Yaradan’ın hizmetkârları bile Tora’nın sırlarıyla meşgul olmayı terk etmişlerdir.

Maimonides bu konuyla ilgili gerçek bir alegori aktarmıştır. Eğer bin körden oluşan bir grup yol boyunca yürürse ve aralarında görebilen en az bir lider varsa, doğru yolda yürüyecekleri ve çukurlara ve engellere düşmeyecekleri garanti edilir, çünkü onlara liderlik eden gören kişiyi takip etmektedirler. Ancak bu kişi yoksa, yoldaki her engelde tökezleyecekleri ve hepsinin çukura düşeceği kesindir.

Önümüzdeki mesele de böyledir. Eğer Yaradan’ın hizmetkârları en azından Tora’nın içselliği ile meşgul olsalardı ve Ein Sof’tan tam bir ışık uzatsalardı, tüm nesil onları takip ederdi ve herkes onların yolundan, düşmeyeceklerinden emin olurdu. Ancak Yaradan’ın hizmetkârları bile bu bilgelikten uzaklaştıysa, tüm neslin onlar yüzünden başarısız olmasına şaşmamak gerekir. Ve büyük üzüntümden dolayı bu konuyu detaylandıramıyorum!

58) Ancak nedenini biliyorum: Bunun başlıca nedeni 1) genel olarak inancın azalması, 2) kutsal kişilere, özellikle de nesillerin bilgelerine olan inancın azalması ve 3) Kabala ve Zohar kitaplarının maddesel benzetmelerle dolu olmasıdır. Bu nedenle, insanlar materyalize etme konusunda kolayca başarısız olabilecekleri için kazanacaklarından daha fazlasını kaybetmekten korkuyorlar. Beni ARİ’nin yazıları ve şimdi de Zohar üzerine yeterli bir yorum yazmaya iten şey de budur. Ve bu endişeyi tamamen bertaraf ettim, çünkü okuyucuların göreceği üzere, tüm İsrail’in Zohar Kitabı’ nı incelemesine ve kutsal ışığıyla ısınmasına izin vermek amacıyla, her şeyin manevi anlamını, soyut olduğunu ve herhangi bir maddesel imgeden yoksun olduğunu, mekânın ve zamanın üstünde olduğunu açıkça izah ettim ve kanıtladım.

Yorumumun amacının herhangi bir merdivenin rolü gibi olduğunu göstermek için bu yoruma Sulam (Merdiven) adını verdim: Eğer bollukla dolu bir tavan aranız varsa, ihtiyacınız olan tek şey tırmanmak için bir merdivendir. İşte o zaman dünyadaki tüm nimetler elinizin altındadır. Ancak merdiven kendi başına bir amaç değildir, çünkü merdivenin basamaklarında duraklar ve tavan arasına girmezseniz, amacınıza ulaşamazsınız.

Zohar üzerine yaptığım yorumda da durum böyledir, çünkü bu en derin sözleri tam olarak açıklığa kavuşturmanın yolu henüz bulunamamıştır. Bununla birlikte, yorumumla, herhangi bir kişinin yükselip Zohar Kitabı’nın kendisini araştırması ve incelemesi için bir yol ve bir giriş inşa ettim, zira ancak o zaman bu yorumla amacım tamamlanmış olacak.

59) Zohar Kitabı‘nın iç yüzünü bilen, yani içinde yazılanları anlayan herkes, Zohar‘ın Tanrısal Tanna [Mişna döneminden bir bilge] Kabalist Şimon Bar Yohay tarafından yazıldığı konusunda hemfikirdir. Bu bilgelikten uzak olanlardan sadece bazıları bu kökenden şüphe eder ve bu bilgeliğe karşı çıkanların uydurma hikâyelerine dayanarak, yazarının Kabalist Moşe De Leon veya onun zamanındaki diğerleri olduğunu söyleme eğilimi gösterirler.

60) Bana gelince, Yaradan’ın ışığıyla bu kutsal kitaba bir göz attığım günden beri, kitabın içeriğinin, kalbime Tanna Raşbi’nin [Kabalist Şimon Bar Yohay] erdemini diğer tüm Tannaim’lerden [çoğulu Tanna] çok daha fazla getirmesi gibi basit bir nedenden dolayı, kaynağını sorgulamak aklımın ucundan bile geçmedi. Ve eğer kitabın yazarının Kabalist Moşe De Leon gibi başka bir isim olduğunu açıkça görseydim, o zaman Kabalist Moşe De Leon’un erdemini Raşbi de dâhil olmak üzere tüm Tannaim’den daha fazla överdim.

Gerçekten de, kitaptaki bilgeliğin derinliğine bakıldığında, eğer kitabın yazarının kırk sekiz peygamberden biri olduğunu açıkça görseydim, bunu Tannaim’den birine atfetmekten çok daha kabul edilebilir olduğunu düşünürdüm. Dahası, eğer Musa’nın bunu Sina Dağı’nda Yaradan’ın Kendisinden aldığını bilseydim, o zaman içim gerçekten rahat olurdu, çünkü böyle bir eser ona layıktır. Bu nedenle, her inceleyenin kitapta yazılanları biraz olsun anlamasını sağlayan yeterli bir yorum derlemekle kutsandığım için, bu incelemede daha fazla uğraşmaktan tamamen muaf tutulduğumu düşünüyorum, zira Zohar konusunda bilgili olan herhangi bir kişi artık onun yazarı olarak Tanna Raşbi’den daha azına razı olmayacaktır.

61) Buna göre, “Zohar neden erdemleri sonrakilerden hiç şüphesiz daha büyük olan ve ona daha layık olan ilk nesillere ifşa edilmedi?” sorusu ortaya çıkar. Ayrıca, “Zohar Kitabı‘nın yorumu neden ARİ’nin zamanından önce ve ondan önceki Kabalistlere ifşa edilmedi?” diye de sormalıyız. Ve en kafa karıştırıcı soru, “ARİ’nin sözleri ve Zohar‘ın sözleri üzerine yorumlar neden ARİ’nin günlerinden bizim neslimize dek ifşa edilmedi?” (Hayat Ağacı üzerine Panim uMasbirot kitabıma yazdığım giriş yazısına bakınız, Madde 8).

Soru şudur: Nesil buna layık mı? Cevap, var olduğu altı bin yıl boyunca, dünyanın üçe bölünmüş bir Partzuf gibi olduğudur: Roş [baş], Toh [iç kısım, gövde], Sof [son], yani HBD [Hohma, Bina, Daat], HGT [Hesed, Gevura, Tiferet], NHY [Netzah, Hod, Yesod]. Bilgelerimizin yazdığı şudur: “İki bin yıl Tohu [kaos], iki bin yıl Tora ve iki bin yıl Mesih’in günleri” (Sanhedrin 97a).

Roş ve HBD olarak kabul edilen ilk iki bin yılda ışıklar çok küçüktü. Sadece Nefeş’in ışıklarına sahip olan, Guf’u [bedeni] olmayan Roş olarak kabul edilirlerdi. Bunun nedeni, ışıklar ve kaplar arasında ters bir ilişki olmasıdır: Kaplar ile ilgili kural, her Partzuf’ta ilk kapların önce büyümesidir, ışıklarda ise bunun tam tersi söz konusudur: Partzuf’ta önce küçük ışıklar kıyafetlenir.

Dolayısıyla, kapların sadece üst kısımları, HBD kapları olduğu sürece, orada sadece Nefeş’in ışıkları kıyafetlenir ki bunlar en küçük ışıklardır. Bu nedenle ilk iki bin yılın Tohu olarak kabul edildiği yazılıdır. Ve HGT kapları olan dünyanın ikinci iki bin yılında, Ruah’ın ışığı iner ve Tora olarak kabul edilen dünyayı kıyafetlendirir. Bu nedenle ortadaki iki bin yılın Tora olduğu söylenir. Son iki bin yıl ise NHYM [Netzah, Hod, Yesod, Malhut] kaplarıdır. Dolayısıyla, o dönemde dünyaya daha büyük bir ışık olan Neşama’nın ışığı kıyafetlenir; bu nedenle, bunlar Mesih’in günleridir.

Bu aynı zamanda her bir Partzuf’taki işleyiştir. HBD, HGT kaplarında Hazeh [göğüs] boyunca ışıklar örtülüdür ve parlamaya başlamaz, Hassadim ifşa edilir, yani üst Hohma’nın aydınlanmasının ifşası sadece Hazeh’ten aşağıya, NHYM’inde gerçekleşir. NHYM kapları son iki bin yıl olan dünyanın Partzuf’unda görünmeye başlamadan önce, genel olarak Zohar‘ın bilgeliğinin ve özel olarak Kabala’nın bilgeliğinin dünyadan gizlenmiş olmasının nedeni budur.

Ancak ARİ’nin zamanında, Hazeh’in altındaki kapların tamamlanma zamanı yaklaştığında, üst Hohma’nın ışığı, bu büyük ışığı almaya hazır olan Tanrısal Kabalist İzak Luria’nın [ARİ] ruhu aracılığıyla dünyada ifşa oldu. Bu nedenle, kendisinden öncekileri gölgede bırakana değin Zohar Kitabı‘ndaki ve Kabala bilgeliğindeki esasları ifşa etti.

Yine de, bu kaplar henüz tamamlanmadığından, çünkü kendisi 1572’de vefat etmişti, dünya henüz onun sözlerini keşfetmeye layık değildi ve onun sözleri sadece seçilmiş bir azınlık tarafından biliniyordu ve bu azınlığın onları dünyaya anlatmasına izin verilmiyordu.

Şimdi, bizim neslimizde, son iki bin yılın sonuna yaklaştığımız için, bize onun sözlerini ve Zohar‘ın sözlerini dünyada büyük ölçüde ifşa etme izni verildi. Böylece, bizim neslimizden itibaren, Zoharın sözleri, Yaradan’ın arzusuyla, tam anlamıyla ifşa edilene kadar dünyada giderek daha da açığa çıkacaktır.

[Madde 62 orijinal el yazmasında eksiktir]

63) Şimdi anlayabilirsiniz ki, ilk nesillerin son nesillere göre erdeminin gerçekten bir sonu yoktur, çünkü dünyaların ve ruhların tüm Partzufim’lerinde [çoğ. Partzuf] kural budur, Partzuf’a ilk seçilen daha saf olandır. Bu nedenle, HBD kapları dünyada ve ruhlarda ilk olarak seçilmiştir.

Dolayısıyla, ilk iki bin yıldaki ruhlar çok daha yüceydi. Ancak, dünyada ve kendilerinde daha aşağıda olan parçaların, yani HGT NHYM’nin yokluğu nedeniyle ışığın tam ölçüsünü alamadılar.

Aynı şekilde, daha sonra, iki orta bin yılda, HGT kapları dünyada ve ruhlarda seçildiğinde, “Zohar Kitabı’na Giriş,” s 6’da yazıldığı gibi, HGT kaplarının erdemi HBD’ninkine yakın olduğundan, ruhlar gerçekten de kendi içlerinde çok arınmışlardı. Yine de, Hazeh’ten gelen kapların dünyada ve ruhlarda bulunmaması nedeniyle ışıklar dünyada hâlen gizliydi.

Bu nedenle, bizim neslimizde, ruhların özü en kötüsü olmasına rağmen ki bu yüzden bugüne kadar Keduşa için seçilememiş olsalar da, dünyanın Partzuf’unu ve ruhların Partzuf’unu kaplara göre tamamlayanlar onlardır ve çalışma sadece onlar aracılığıyla tamamlanır. Şimdi, NHY’in kapları tamamlandığında ve tüm kaplar -Roş, Toş, Sof- Partzuf’ta olduğunda, ışığın tam ölçüsü, yani Roş, Toh, Sof’ta tam NRN, buna layık olan herkese uzatılır. Dolayısıyla, ancak bu alçak ruhların tamamlanmasından sonra en yüksek ışıklar tezahür edebilir, daha önce değil.

64) Nitekim bilgelerimiz bile Masehet Berahot, s 20’de bu soruyu sormuşlardır: “Kabalist Papa Abaye’ye dedi ki: ‘İlkler nasıl farklıydı ki onlarda bir mucize gerçekleşti ve biz nasıl farklıyız ki bizde bir mucize gerçekleşmiyor? Çalışma yüzünden mi? Kabalist Rav Yehuda döneminde tüm çalışma [Mesekhet] Nezikin’deydi, oysa biz [Mişna’nın] altı cildini öğreniyoruz. Kabalist Yehuda Okatzin’e gittiğinde, ‘Burada Kabalist’i ve Şmuel’i gördüm, oysa biz Okatzin’de on üç Yeşivot öğreniyoruz’ dedi. Ve Kabalist Yehuda ayakkabısının tekini çıkardığında yağmur yağdı, oysa biz ruhumuza eziyet edip ağlıyoruz ve kimse bizi fark etmiyor’ dedi. O da, ‘İlkler ruhlarını Efendimizin kutsallığına adadılar’ diye cevap verdi.”

Böylece, hem soran hem de cevap veren için, ilklerin onlardan daha önemli olduğu açık olmasına rağmen, Tora ve bilgelik açısından Kabalist Papa ve Abaye ilklerden daha önemliydi. Böylece, ilk nesiller ruhlarının özü bakımından son nesillerden daha önemli olmalarına rağmen, zira dünyaya ilk önce gelmek üzere daha saf olan seçilir, yine de Tora’nın bilgeliği konusunda, bu bilgelik son nesillerde giderek daha fazla ifşa olur. Bu, bahsettiğimiz nedenden dolayı böyledir, genel, tüm seviye özellikle sonrakiler tarafından tamamlanır. Bu nedenle, kendi özleri çok daha kötü olmasına rağmen onlara daha eksiksiz, tam ışıklar gelir.

65) Dolayısıyla şu soruyu sorabiliriz: O halde, ifşa edilen Tora’da ilklerle ihtilafa düşmek neden yasaktır? Çünkü Mitzvot’un uygulamalı kısmı söz konusu olduğunda, bunun tam tersine, ilkler sonlardan daha eksiksiz, tamdır, zira eylem Sefirot’un kutsal kaplarından uzanır ve Tora’nın sırları ve Mitzva’nın Taamim’i [tatları] Sefirot’taki ışıklardan uzanır.

Işıklar ve kaplar arasında ters bir ilişki olduğunu zaten biliyorsunuz: Kaplarda önce üsttekiler büyür, bkz. Madde 62, bu yüzden öncekiler uygulamalı kısımda sonrakilerden daha eksiksizdir. Ancak ışıklarda, önce daha alçak olanlar girer, bu nedenle sonuncular ilklerden daha eksiksizdir.

66) Her şeyde içsellik ve dışsallık olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Genel olarak dünyada, İbrahim, İshak ve Yakup’un soyundan gelen İsrail (Yaradan’a doğru olanlar), dünyanın içselliği olarak kabul edilir ve yetmiş ulus da dünyanın dışsallığı olarak kabul edilir. Ayrıca, İsrail’in kendi içinde Yaradan’ın tam hizmetkârları olan içsellik ve kendilerini Yaradan çalışmasına adamayan dışsallık vardır. Dünya ulusları arasında da bir içsellik vardır ki bunlar dünya uluslarının erdemlileridir ve bir de dışsallık vardır ki bunlar da aralarında en seviyesiz ve zararlı olanlardır.

Buna ek olarak, İsrailoğulları arasındaki Yaradan’ın hizmetkârları arasında da, içsellik vardır; bunlar Tora’nın içselliğinin ve sırlarının ruhunun idrakiyle ödüllendirilenlerdir ve dışsallık vardır; bunlar da Tora’nın sadece uygulamalı kısmına riayet edenlerdir.

Aynı şekilde, İsrail’in (Yaradan’a doğru olanlar) her bir ferdinde de içsellik vardır -içindeki İsrail- ki bu kalpteki noktadır ve dışsallık -içindeki dünya ulusları- ki bu da bedenin kendisidir. Ancak kişinin içindeki dünya ulusları bile, içselliğe bağlanarak, dünya ulusları arasından gelip tüm İsrail’e bağlananlar gibi olduklarından, yolunu değiştirenler olarak kabul edilirler.

67) İsrail’den (Yaradan’a doğru olanlardan) bir kişi, içindeki İsrail olan içselliğini, içindeki dünya ulusları olan dışsallığının üzerinde geliştirir ve yüceltirse, yani çabalarının çoğunu içselliğini geliştirmeye ve yüceltmeye, ruhuna fayda sağlamaya adarsa ve içindeki dünya uluslarının yani bedensel ihtiyaçlarının sürdürülmesi için “Tora’nızı kalıcı, işinizi geçici kılın.” diye yazıldığı üzere (Avot 1) çok az, sadece gerekli olan çabayı gösterirse, böyle yaparak İsrailoğullarının dünyanın içselliğinde ve dışsallığında yükselmesini, dışsallık olan dünya uluslarının da İsrailoğullarının değerini fark etmesini ve kabul etmesini sağlar.

Ve eğer, Tanrı korusun, tam tersi olursa ve ‘Aranızdaki yabancı’ diye yazıldığı gibi (Tesniye 28), İsrail’den (Yaradan’a doğru olanlar) bir birey kendi dışsallığını, yani içindeki dünya uluslarını, içindeki İsrail niteliğinden daha fazla geliştirdiği ve takdir ettiğinde, yani içindeki dışsallığı yükselir ve artarken, sen kendin, içselliğin, içindeki İsrail, dibe batarsın. Bu eylemlerle, kişi, genel olarak dünyanın dışsallığının -dünya uluslarının- daha da yükselmesine, İsrail’i alt etmesine, onları yere indirmesine ve İsrailoğullarının -dünyadaki içselliğin- daha derine batmasına neden olur.

68) Bir kişinin eylemlerinin tüm dünyaya yükselme ya da alçalma getirmesine şaşırmayın, çünkü genel ve özelin iki su damlası gibi eşit olduğuna dair çiğnenemez bir yasa vardır. Dolayısıyla, genel için geçerli olan her şey özel için de geçerlidir. Dahası, parçalar bütünde bulunanı oluşturur, çünkü genel ancak içindeki parçaların ortaya çıkmasından sonra ve parçaların nicelik ve niteliğine göre ortaya çıkabilir. Kuşkusuz, bir bireyin eyleminin değeri tüm kolektifi yükseltir ya da alçaltır.

Bu sizin için Zohar‘da yazılanları, Zohar Kitabı’na ve gerçeğin bilgeliğine bağlanarak, sürgünden tam kurtuluşa çıkmakla ödüllendirileceklerini açıklayacaktır (Tikkunim, Tikkun No. 6’nın sonu). İsrail’in uluslar arasından kurtuluşuyla Zohar çalışmasının ne ilgisi var diye sorabiliriz.

69) Yukarıda söylenenlerden, Tora’nın da tüm dünya gibi içsellik ve dışsallık içerdiğini iyice anlayabiliriz. Bu nedenle, Tora ile meşgul olan kişi de bu iki dereceye sahiptir. Kişi Tora’nın içselliği ve sırlarıyla uğraşmayı ne kadar arttırırsa, o ölçüde dünyanın içselliğinin erdemini -ki bunlar İsrail’dir- dünyanın dışsallığının -ki bunlar dünya uluslarıdır- üzerine çıkarır. Ve bütün uluslar, “Ve halklar onları alıp yerlerine getirecekler ve İsrail evi onlar için Efendimizin ülkesinde mülk edinecek” (Yeşaya 14) ve ayrıca “Efendimiz Tanrı şöyle diyor: İşte, elimi uluslara kaldıracağım ve sancağımı halklar için dikeceğim ve onlar oğullarınızı kollarında getirecek ve kızlarınızı omuzlarında taşıyacaklar” (Yeşaya 49) sözleri gerçekleşene dek, İsrail’in onlar üzerindeki erdemini kabul edecek ve tanıyacaklardır.

Ancak, Tanrı korusun, aksi olur ve İsrail’den bir kişi, Tora’nın içselliğinin ve sırlarının, ruhlarımızın davranışları ve dereceleri, entelektüel kısmı ve Mitzvot’un nedenleri ile ilgilenen erdemini, Tora’nın sadece pratik kısmı ile ilgilenen dışsallığının avantajına kıyasla küçümserse ve hatta kişi ara sıra Tora’nın içselliğiyle meşgul olup, ne gece ne de gündüz, sanki gereksizmiş gibi zamanının az bir kısmını ona ayırırsa, bununla İsrailoğulları olan dünyanın içselliğini küçük düşürür ve alçaltır ve dünyanın dışsallığını onların, yani dünya uluslarının üzerine yükseltir. Onlar İsrailoğullarını aşağılayacak, küçük düşürecek ve sanki dünyanın onlara ihtiyacı yokmuş gibi İsrail’i gereksiz görecektir.

Dahası, bununla dünya uluslarındaki dışsallığı bile kendi içselliklerine üstün kılarlar, zira dünya ulusları arasındaki en kötüler, dünyanın zararlıları ve yıkıcıları, dünya uluslarının erdemlileri olan kendi içselliklerinin üzerine çıkarlar. O zaman neslimizin tanık olduğu tüm yıkımı ve iğrenç katliamı yaparlar, Yaradan bizi buradan korusun.

Böylece İsrail’in kurtuluşunun ve İsrail’in tüm erdeminin Zohar‘ın çalışılmasına ve Tora’nın içselliğine bağlı olduğunu görürsünüz. Ve tam tersi, İsrailoğulları’nın tüm yıkımı ve düşüşü, Tora’nın içselliğini terk ettikleri, değerini düşürdükleri ve görünüşte gereksiz hale getirdikleri içindir.

70) Zohar ‘ın Tikkunim‘inde [ıslahlar] yazılı olan da budur (Tikkun 30, “İkinci Yol”): “Uyan ve Şehina için yüksel, çünkü boş bir kalbin var, içinde olmasına rağmen onu bilecek ve ona ulaşacak anlayıştan yoksunsun.” Konunun anlamı şöyle yazıldığı gibidir (Yeşaya 40), bir ses “Çağır!” der, “Çağır! Sana cevap verecek biri var mı? Kutsallardan hangisine döneceksin?” O da şöyle der: “Ne diyebilirim ki, etten olan her şey samandır; hepsi saman yiyen hayvanlar gibidir ve tüm merhametleri tarla çiçeği gibidir; yaptıkları her merhameti kendileri için yaparlar.”

Bunun anlamı yazılı olduğu gibidir (Yeşaya 40): “Bir ses, ‘Çağır!’ diyor!” İsrail’in tüm ruhlarının toplanması olan Şehina’nın diriltilmesi için ağlamak ve dua etmek üzere İsrail’den her birinin kalbinde bir ses yükselir. Metinden kanıt getirir, “Çağır! Sana cevap veren var mı?” Çünkü çağırmak dua etmek demektir.

Ama Şehina, “Neyi çağırabilirim ki?” der. Yani, kendimi topraktan kaldıracak gücüm yok, çünkü “Et olan her şey samandır”, hepsi ot ve saman yiyen hayvanlar gibidir. Bu, emirleri hayvanlar gibi akılsızca yerine getirdikleri anlamına gelir. “Yaptıkları her iyiliği kendileri için yaparlar”, yani yerine getirdikleri emirlerde Yaratıcı’larını hoşnut etmek için bunları yapma niyetleri yoktur. Aksine, emirleri yalnızca kendi çıkarları için yerine getirirler.

“Tora’da gayret gösterenler bile, yaptıkları her iyiliği kendileri için yaparlar.” Tüm zamanlarını Tora ile uğraşmaya adayanlar arasında en iyileri bile, bunu sadece kendi bedenlerine fayda sağlamak için yaparlar, arzu edilen amaç olan Yaratıcı’larını hoşnut etmek amacıyla değil.

“O zaman ruh ayrılır ve dünyaya geri dönmez.” O zamanın nesli hakkında şöyle denir: “Bir ruh ayrılır ve dünyaya geri dönmez.” Bu Mesih’in ruhudur, yani “Yeryüzü Efendimizin bilgisiyle dolacak” sözlerini yerine getirmek için, tam kurtuluşa kadar İsrail’i tüm sıkıntılarından kurtarması gereken Mesih’in ruhudur. Bu ruh gitmiştir ve dünyada parlamamaktadır.

“Yazıklar olsun onun dünyayı terk etmesine ve dünyaya dönmemesine neden olanlara, çünkü onlar Tora’yı kurutan ve Kabala’nın bilgeliğiyle meşgul olmak istemeyenlerdir.” Mesih’in ruhunun dünyadan ayrılıp gitmesine ve dünyaya geri dönememesine neden olan insanların vay haline. Onlar Tora’yı kuru, anlam ve akıldan yoksun hale getirenlerdir, çünkü kendilerini Tora’nın sadece uygulamalı kısmıyla sınırlarlar ve Kabala’nın bilgeliğini anlamaya, Tora’nın sırlarını ve Mitzva’nın [emir] tatlarını bilmeye ve öğrenmeye çalışmak istemezler.

“Yazıklar olsun onlara, çünkü dünyada yoksulluğa, yıkıma, yağmaya, ölümlere ve yıkıma neden oluyorlar.” Yazıklar olsun onlara, çünkü bu eylemleriyle dünyada yoksulluk, yıkım ve soygun, yağma, katliam ve yıkımların var olmasına neden olurlar.

71) Onların bu sözlerinin nedeni, daha önce de açıkladığımız gibi, Tora ile meşgul olanların kendi içselliklerini ve Tora’nın içselliğini bozmaları, onu dünyada gereksizmiş gibi bırakmaları ve onunla sadece ne gece ne de gündüz olan bir zamanda meşgul olmaları ve duvarı arayan körler gibi onun içinde olmalarıdır. Ayrıca, Tora’nın dışsallığını Tora’nın içselliğinden daha üstün görürler. Bu eylemlerle, dünyadaki tüm dışsallık formlarını, her biri kendi özüne göre dünyadaki tüm içsellik parçalarına üstün kılarlar.

Bu böyledir çünkü 1) İsrail’in bütünündeki dışsallık, yani içlerindeki dünya ulusları, Tora’da büyük olanlar olan İsrail’in bütünündeki içselliğe üstün gelir ve onu iptal eder. 2) Aynı zamanda, dünya uluslarındaki dışsallık -aralarındaki yıkıcılar- dünya uluslarının erdemlileri olan aralarındaki içselliğe üstün gelir ve onu iptal eder. 3) Buna ek olarak, dünya ulusları olan tüm dünyanın dışsallığı, dünyanın içselliği olan İsrailoğulları’nı alt eder ve iptal eder.

Böyle bir nesilde, dünya ulusları arasındaki tüm yıkıcılar başlarını kaldırır ve öncelikle İsrailoğullarını yok etmek ve öldürmek isterler, şöyle yazıldığı gibi (Yevamot 63), “İsrail için olmayan hiçbir felaket dünyaya gelmez.” Bu, yukarıdaki Tikkunim‘de yazıldığı gibi, tüm dünyada yoksulluğa, yıkıma, soyguna, ölümlere ve yıkımlara neden oldukları anlamına gelir.

Birçok hatamızdan dolayı, yukarıda bahsedilen Tikkunim‘de söylenenlerin hepsine tanık olduktan ve dahası, bilgelerimizin dediği gibi (Baba Kama 60), “Ve önce erdemlilerle başlar” yargısı en iyilerimizi vurduktan ve İsrail’in Polonya ve Litvanya vb. ülkelerde sahip olduğu tüm ihtişamdan geriye kutsal topraklarımızdaki kalıntılardan başka bir şey kalmadıktan sonra, şimdi bu korkunç yanlışı düzeltmek bize, kalanlara düşüyor. Bizden geriye kalanların her biri, bundan böyle Tora’nın içselliğini yoğunlaştırmayı ve Tora’nın dışsallığı üzerindeki erdemine göre ona hak ettiği yeri vermeyi kalben ve ruhen üstlenmelidir.

O zaman her birimiz kendi içselliğini, yani içindeki İsrail’i, yani ruhun ihtiyaçlarını, kendi dışsallığına, yani içindeki dünya uluslarına, yani bedenin ihtiyaçlarının üzerine yoğunlaştırmakla ödüllendirileceğiz. Ve bu güç tüm İsrail’e de gelecektir, ta ki içimizdeki dünya ulusları İsrail’in büyük bilgelerinin kendileri üzerindeki erdemini tanıyıp kabul edene ve onları dinleyip itaat edene kadar.

Buna ek olarak, dünya uluslarının içselliği, dünya uluslarının erdemlileri, yıkıcı olan dışsallıklarını yenecek ve onlara boyun eğdirecektir. İsrail olan dünyanın içselliği de, tüm erdem ve faziletleriyle, uluslar olan dünyanın dışsallığı üzerinde yükselecektir.

O zaman, dünyanın tüm ulusları İsrail’in kendileri üzerindeki erdemini tanıyacak ve kabul edecek ve (Yeşaya 14), “Ve halklar onları alıp yerlerine getirecek ve İsrail evi onları Efendimizin ülkesinde mülk edinecek” sözlerini yerine getirecektir. Ve ayrıca (Yeşaya 49), “Ve oğullarınızı kollarında getirecekler ve kızlarınızı omuzlarında taşıyacaklar.” Bu, Zohar‘da (Nasso, s 124b) yazılı olanın anlamıdır, “Senin eserin aracılığıyla,” ki bu Zohar Kitabıdır, “sürgünden merhametle kurtarılacaklar.” Amin, ki böyle olsun.

 

Telif Hakkı © 1996 - 2015 Bnei Baruh. Tüm hakları saklıdır.
Bu sitede sunulan tüm materyal, Bnei Baruh Kabala Eğitim ve Araştırma Enstitüsü tarafından dünyanın ıslahı ve hayatın iyileştirilmesi amacı ile sunulmaktadır.
Bu nedenle, içeriği değiştirilmediği ve kaynağına gönderme yapıldığı takdirde, tüm materyalin kullanımına ve dağıtımına izin verilmiştir.
19 - 0,099