Giriş Makaleleri
Baal HaSulam’ın Zohar’a Giriş Makalesi
Zohar kitabına giriş aslında evrenin içerisine girmektir. Tıpkı bir deniz altının suya dalması gibi, Zohar kişiyle birlikte realitenin inanılamaz derinliklerine iner.
1. Bu girişte basit görünen konulara açıklık getirmek istiyorum: Herkesin el yordamıyla anlamaya çalıştığı ve açıklığa kavuşturma çabasında bir hayli mürekkep tüketilen konular… Ancak bunlarla ilgili somut ve yeterli bir bilgiye de ulaşamadık. İşte sorular:
1. Özümüz nedir?
2. Sadece küçük bağlantıları olduğumuz bu uzun gerçeklik zincirindeki yerimiz nedir?
3. Kendimizi incelediğimizde olabildiğimiz kadar aşağı ve bozuk olduğumuzu görüyoruz ve bizi Yaradan’ı incelediğimizde en üst seviyede olmaya zorlanıyoruz; zira O’ndan daha övülmeye değer bir şey yok. Çünkü sadece mükemmel işler mükemmel bir ustadan çıkar.
4. Aklımız O’nun, kıyaslamanın ötesinde, tamamen iyiliksever olduğunu zorunlu kılar. Peki, öyleyse nasıl oldu da tüm yaşamları boyunca bu kadar acı çekip mücadele eden birçok varlık yarattı? İyiliğin işi iyilik yapmak veya en azından zarar vermemek değil mi?
5. Ebedi, başı ve sonu olmayanın, fâni, ölümlü ve geçici varlıklar üretmesi nasıl mümkün olabilir?
Araştırma 1: Yeni bir varlığı nasıl hayal edebiliriz, yaratılmadan önce O’nda var olmayan; çünkü her gözlemciye açık olduğu üzere O’na dâhil olmayan hiçbir şey yoktur? Mantık şöyle söyler, kişi sahip olmadığı şeyi nasıl verebilir?
Araştırma 2: O’nun yüceliği açısından baktığımızda elbette yokluktan varlık yaratabilir, O’nda olmayan bir şeyi, o zaman şöyle bir soru çıkıyor – O’nda hiçbir şekilde yeri olmadığı belirlenen ancak tamamen yeni olan bu realite nedir?
Araştırma 3: Bu, Kabalistlerin söyledikleriyle ilgilidir, yani kişinin ruhu yukarıdaki Yaradan’ın bir parçasıdır, öyle ki O ve ruh arasında bir fark yoktur, sadece O “bütün”dür ve ruh “parça”dır ve bunu dağdan kesilmiş bir kayaya benzettiler. Kaya ve dağ arasında bir fark yoktur, sadece dağ “bütün”dür ve kaya “parça”dır. Dolayısıyla şunu sormamız lazım: Kayanın, “parça”nın “bütün”den ayrılığı ile sonuçlanan, bu amaç için yapılmış bir balta tarafından dağdan ayrılmış olması bir şey; fakat bunu yani O’nun özünün bir parçasını, sadece O’nun özünün bir parçası olarak algılanacağı noktaya kadar Yaradan için nasıl hayal edebilirsiniz ki? Kendisinden tamamen ayrı, yani ruh olacak şekilde ayırmasını nasıl hayal edebilirsiniz?
Araştırma 4: Sitra Ahra’nın (diğer taraf/ kötü eğilim) at arabası ve Klipot (kabuklar/ egoizm) çok uzakta, O’nun yüceliğinin diğer ucunda, uzaklığın tasavvur edilemeyecek kadar olduğu yerde, O’nun yüceliğinin devamlılığını sağlamak şöyle dursun, O’nun yüceliğinden nasıl çıkartılır ve yapılır?
Araştırma 5: Ölülerin yükselmesi konusu: Beden son derece alçak olduğundan, daha doğumda yok olmaya ve gömülmeye mahkûmdur. Dahası, Zohar şöyle der; “Beden tamamen çürümeden, hala kalıntıları mevcutken, ruh Cennet Bahçesi’ndeki yerine yükselemez.” Dolayısıyla ölülerin canlanmasında neden geri dönmeli ve yükselmeli ki? Yaradan, bu olmadan ruhları memnun edemez miydi?
Daha da şaşırtıcı olan bilgelerimizin söyledikleridir; “Ölüler hatalarıyla yükselmeye mahkûmdurlar ki bir diğeriyle karıştırılmasınlar ve ondan sonra Yaradan onların hatalarını iyileştirir.” Onların birbirleriyle karıştırılmamaları gerektiğinin Yaradan için neden önemli olduğunu ve bunun için de onların hatalarını neden yeniden yarattığını ve sonra iyileştirdiğini anlamamız lazım.
Araştırma 6: Bilgelerimizin söyledikleriyle ilgili olarak; insan realitenin merkezidir, üst dünyalar ve bu fiziksel dünya ve bu dünyaların içlerindeki her şey sadece insan için yaratılmıştır (Zohar, Tazria, 40), ve insanı dünyanın onun için yaratıldığına inanmaya zorlamıştır. Görünüşte değerleri belli belirsiz olan bu önemsiz insanın; yüksekliği ve yüceliği ölçülemez olan tüm üst dünyalar şöyle dursun, bu dünyanın realitesini anlaması bile çok zordur. Ayrıca insanın tüm bunlara neden ihtiyacı var ki?
Manevi çalışma ve ıslah olmanın yükünü sırtlarından atıp, Yaradan’ın tüm realiteyi yaratıp sonra da bıraktığını, yaratılanların değersizlikleri yüzünden yüce Yaradan’ın onların değersiz uğraşlarını gözetmeye uygun olmadığını söyleyenler olduğunu biliyorum. Gerçekten de bilgisizce konuşmuşlar, çünkü tüm bu bozuk ve iğrenç doğayla bizim kendimizi yarattığımıza karar vermeden aşağılık ve alçaklığımız üzerine yorum yapmak mümkün değildir.
Ancak, tamamen mükemmel olan Yaradan’ın tüm takdire şayan ve aşağılık özelliklerimizle bizi Yaradan ve bedenimizi tasarlayan tek olduğuna karar verirken bilmeliyiz. Elbette ki mükemmel işçinin elinden kusurlu bir hareket asla çıkamaz, zira her hareket onu uygulayanın delilidir. Eğer iyi olmayan bir terzinin elinden çıkmışsa kötü giysinin suçu ne?
Hocalarımızın şu satırlarında gördüğümüz gibi: Çok çirkin bir adamla karşılaşan Kabalist Elazar’ın hikâyesi. Ona şöyle dedi: “Şu adam ne kadar çirkin.” Adam cevap verdi: “Git beni yapan zanaatkâra de ki ‘Yaptığınız alet ne kadar çirkin.’” Dolayısıyla, aşağılık ve hiçliğimizden dolayı Yaradan’ın bizi gözetmediğini ve bu yüzden bizi bıraktığını iddia edenler cahilliklerini sergilemekten başka hiç bir şey yapmıyorlar.
Tıpkı bizler gibi, tüm hayatı boyunca tamamen ızdırap çekip uğraşsın diye; hatta sadece bu da değil onları sırtından atıp onlarla ilgilenmek ve birazcık da olsa yardım etmek bile istemediği varlıklar Yaradan bir adamla karşılaştığınızı hayal etmeye çalışın. Onu nasıl da aşağılık ve rezil olarak görürdünüz! Yaradan hakkında böyle düşünülebilir mi?
Ayrıca Yaradan içimizde yarattığı kötü doğadan ve özelliklerden kaynaklanan her şeyi bilir. Tıpkı söylediğimiz gibi, hareketin sonunu düşünmeliyiz; ancak o zaman her şeyi anlayabiliriz. Şöyle denildiği gibi: “Bir aptala yarım yapılmış bir iş gösterme.”
Dolayısıyla yaratılışın düşüncesinin kendisi; ruhlarda o her şeye gücü yetenin ruhlara ihsan etmeyi düşündüğü hudutsuz hazza uygun, aşırı alma arzusunun yaratılmasını ister istemez zorunlu kılar. Zira büyük haz ve büyük alma arzusu el ele gider.
Bununla beraber, yaratılışın düşüncesine göre anlıyoruz ki alma arzusundan başka bir şey yaratmaya gerek yoktu. Bunun nedeni, bu yeni yaratılışın Yaradan’ın bize ihsan etmeyi düşündüğü tüm yaratılışın düşüncesini tamamlamaya yeterli olmasıdır. Ancak yaratılışın düşüncesindeki tüm dolgu maddesi, bize vermeyi planladığı tüm iyilikler, O’nun özünden kaynaklanır ve Yaradan’ın bunları yeniden yaratmasına gerek yoktur; çünkü zaten ruhlardaki büyük alma arzusuna varlıktan varlık olarak hulasa edildiler. Böylece; açıkça görüyoruz ki meydana getirilen yaratılıştaki tüm madde, başından sonuna dek, sadece “alma arzusu” dur.
Yukarıdan açıkça anladığımıza göre balta fiziksel bir nesneyi ikiye kesip böldükçe onların aralarındaki form eşitsizliği manevi olanı ikiye ayırır. Örneğin; iki kişi birbirini sevdiğinde birbirlerine bir beden gibi bağlı olduklarını söylenir ve birbirlerinden nefret ettiklerinde doğu ve batı gibi birbirlerinden uzak olduklarını söylenir. Ancak burada mekânın yakınlığı ya da uzaklığı sorusu yoktur. Tersine, form eşitliğinden bahseder. Form eşitliğine sahip olduklarında ve birinin sevdiğini diğeri de sevdiğinde ve nefret ettiğinden diğeri de nefret ettiğinde, birbirlerini severler ve birbirlerine çekim duyarlar.
Eğer aralarında biraz form eşitsizliği varsa, birinin nefret ettiğini diğeri severse, o zaman form farklılıkları kadar birbirlerinden uzaklaşır ve birbirilerinden nefret ederler Mesela zıt formlara sahipseler ve birinin sevdiği her şeyden diğeri nefret ediyorsa ve diğerinin nefret ettiği her şey ilki tarafından seviliyorsa, doğu ve batı gibi, bir uçtan ötekine uzak sayılırlar.
Öyleyse ortaya şu çıkıyor, yaratılan varlıkların Kli’lerine (kap) aldıkları -ki bu alma arzusudur- Yaradan’ın ışığı ile O’nun özü arasında hiçbir fark yoktur. Bunun sebebi O’nun özünden doğrudan varoluştan varoluşu almalarıdır. Ruhlar ve O’nun özü arasındaki tek fark, ruhların O’nun özünün parçası olmalarıdır.
Bu demektir ki yaratılan varlıkların Kli’lerine aldıkları alma arzusu olan ışığın miktarı, alma arzusunun form eşitsizliğine dayandığı için zaten Yaradan’dan ayrılmıştır ve bu form eşitsizliği “bütün”den ayrılarak “parça” olmasıyla bir parça haline geldi. Dolayısıyla aralarındaki tek fark; birinin “bütün” diğerinin ise dağdan koparılmış bir kaya parçası gibi “parça” olmasıdır. Bunu titizlikle inceleyin; çünkü bunu böyle yüce bir yerden daha ileri götürmek mümkün değildir.
Bu büyük alma arzusu, tanımladığımız gibi -yaratılışın düşüncesindeki her şeyi almaya uygun olarak- yaratılıştan ruhların özüydü; ancak alma arzusu ruhların içinde bu formda kalmaz. Eğer öyle olsaydı form eşitsizliği, onları Yaradan’dan ayıracağından sonsuza dek O’ndan ayrı kalmak zorunda kalırlardı.
Ruhların Kli’sinde yatan bu ayrılığı onarmak için Yaradan tüm dünyaları yarattı ve onları iki sisteme böldü; şu mısradaki gibi: “…Yaradan onları birbirine karşı yarattı.” ki bunlar dört arı (saf) ABYA dünyaları ve onların karşısında dört katışık (arı olmayan) ABYA dünyalarıdır. O, arı ABYA dünyaları sistemine ihsan etme arzusunu yerleştirdi, kendisi için alma arzusunu oradan çıkarttı ve arı olmayan ABYA dünyaları sisteminin içine yerleştirdi. Bu sebepten dolayı da Yaradan’dan ve tüm kutsal dünyalardan ayrı hale geldiler.
Bu yüzden Klipot’a “ölü” denir, şöyle yazıldığı gibi: “Ölülerin feda ettikleri…”. Onları izleyen günahkârlar da tıpkı bilgelerimizin dediği gibidir: “Günahkârlara, yaşamlarında ‘ölü’ denir, zira Yaradan’ın kutsallığına zıt formda olarak onların içine yerleştirilmiş olan alma arzusu onları yaşayanların yaşamlarından ayırır ve onlar Yaradan’dan bir uçtan diğerine uzaktırlar.” Bu böyledir; çünkü Yaradan almakla ilgili değil, sadece ihsan etmekle ilgilidir, Klipot’un ise ihsan etmekle ilgisi yoktur, sadece kendi zevki için almak ister ve bundan daha büyük bir zıtlık olamaz. Zaten biliyorsunuz ki manevi uzaklık bir miktar form eşitsizliği ile başlar ve son derecede mümkün olabilen en uzak mesafede form zıtlığı ile biter.
On üç yaşından itibaren yaratıcısını memnun etmek için ıslah olmaya tutunursa kendisine yerleştirilmiş olan, kendisi için alma arzusunu ıslah etmeye başlar ve yavaş yavaş ihsan etmeye çevirir. Bu şekilde yaratılışın düşüncesindeki kutsal bir ruhu kökünden uzatır. O arı dünyalar sisteminden geçerek bedene bürünür. Bu ıslah sürecidir.
Böylece kişi Eyn Sof (Ebediyet) dünyasındaki yaratılışın düşüncesinden kutsallık dereceleri edinir, ta ki bu dereceler kendisi için alma arzusunu, hiçbir durumda kendisi için olmayacak şekilde, Yaradan’ına memnuniyet ihsan etmek için alma formuna tümüyle değiştirene kadar yardım ederler. Bununla kişi Yaradan’ı ile form eşitliği sağlar; çünkü ihsan etmek için almak, saf ihsan olarak kabul edilir.
Kadının önemli bir adama hediye vermesi (ihsan eder) – ve ona “Bununla kutsallaştın.” der. Çünkü adam kadını, yani vereni, memnun etmek için aldığında bu tamamen ihsan etme ve verme olarak addedilir. Dolayısıyla, kişi tamamıyla Yaradan’a tutunur; zira manevi tutunma form eşitliğidir, tıpkı bilgelerimizin dediği gibi: “O’na tutunmak nasıl mümkün olabilir? Tersine O’nun özelliklerine tutunun.” Bununla kişi, tüm hazzı ve zevki ve yaratılışın düşüncesindeki tüm yumuşaklığı almaya layık olur.
Manevi çalışma ve ıslah vasıtasıyla sonunda alma arzusu formunu, ihsan etme arzusu formuna çevirirler. Ondan sonra yaratılışın düşüncesindeki tüm iyiliği alabilirler. Bununla birlikte Yaradan’a sağlam bir tutunuş ile de ödüllendirilirler; çünkü manevi çalışma ve ıslahlarını çalışarak yaratıcılarıyla form eşitliği ile ödüllendirilmişlerdir. Bu ıslahın sonu olarak addedilir.
Ondan sonra, artık kötü Sitra Ahra’ya ihtiyaç olmayacağı için, artık dünyadan yok olur ve ölüm sonsuza dek biter. Varoluş yılları olan 6000 yıl boyunca dünyaya ve yetmiş yıllık yaşamı boyunca her bir kişiye verilmiş olan maneviyat ve ıslah için yapılan tüm çalışma onları yukarıda bahsedilen form eşitliğine, ıslahın sonuna getirmek içindir.
Klipot ve Yaradan’ın kutsallığının katışıklığı (arı olmayan) sisteminin formasyonu ve uzaması konusu artık baştan aşağı açıklanmıştır: Daha sonra manevi çalışma ve ıslah aracılığıyla ıslah olacak bedenlerin yaratılışını mümkün kılabilmek için bu olmak zorundaydı. Eğer bedenlerimiz bu katışık (arı olmayan) sistem vasıtasıyla sürdürülmemiş olsaydı kendimizi asla ıslah edemezdik; zira kişi içinde olmayanı ıslah edemez.
Bunun böyle olmasının sebebi ise şudur ki O’nun ebediyetinde geçmiş, şimdi ve gelecek birdir. Gelecek, şimdi gibidir ve O’nda zaman diye bir şey yoktur. Dolayısıyla Eyn Sof’daki ayrılmış durumunda asla bozuk alma arzusu konusu yoktu.
Tersine ıslahın sonunda ifşa olması planlanan bu form eşitliği, sonsuzlukta anında ortaya çıktı. Bilgelerimiz bununla ilgili şöyle dedi: “Dünya yaratılmadan önce O ve O’nun adı Bir’di,” zira alma arzusundaki ayrı form yaratılışın düşüncesinde ortaya çıkan ruhların realitesinde ifşa olmamıştı. Tersine onlar “O ve O’nun adı Bir’dir” yoluyla form eşitliğinde Yaradan’a tutunmuşlardı.
İlk koşul (hâl); ruhların Eyn Sof’daki, yaratılışın düşüncesindeki, hali hazırda gelecek ıslahın sonunun formundaki mevcudiyetleridir.
İkinci koşul (hâl); yukarıdaki iki sistem tarafından ruh ve bedene ayrılan altı bin yıldaki mevcudiyetleridir. Burada onlara alma arzularını tersine çevirmek ve kendilerine değil, tamamen yaratıcılarına memnuniyet verme arzusuna dönüştürmek amacıyla manevi ilim ve ıslah çalışmaları verildi.
Bu koşulun süresi boyunca bedenlere değil, sadece ruhlara ıslah gelecektir. Bunun anlamı, beden olarak kabul edilen kendi için almanın her türlü formundan sıyrılmak ve sadece ruhlardaki arzunun formu olan ihsan etme arzusu ile kalmaktır. Erdemlilerin bile ruhları, öldükten sonra Cennet Bahçesi’nden haz alamayacak, sadece bedenleri toprakta çürüdüğünde olacak.
Üçüncü koşul (hâl); ölülerin canlanmasından sonra ruhların ıslahlarının sonudur. O zaman bedenlere de tam ıslah gelecek zira bedenin formu olan kendileri için almayı saf ihsan etme formuna değiştirecekler. Yaratılışın düşüncesinde tüm haz ve zevki ve memnuniyeti almaya layık olacaklar.
Tüm bunlarla, form eşitliğinin gücüyle Yaradan’a kuvvetli bir şekilde tutunacaklar (bağlanacaklar). Zira bütün bunları alma arzularından dolayı değil, Yaradan’a memnuniyet sağlama arzularından dolayı alacaklar; çünkü Yaradan, onlar kendisinden aldıklarında haz alır. Kısaltma için bundan böyle bu hâllerin isimlerini kullanacağım; “birinci hâl”, “ikinci hâl” ve “üçüncü hâl”. Burada açıklananları her hâl (koşul) için hatırlamalısınız.
Eğer, örneğin üçüncü hâl -alma formunun ihsan etme formuna dönüşmesi- gerçekleşmemiş olsaydı Eyn Sof’daki ilk hâl asla ortaya çıkamazdı.
Çünkü mükemmelliğin gerçekleşmesinin sebebi, gelecek hâlin şimdi gibi zaten orada olmasındandır. Orada o hâlde resmedilen tüm mükemmellik, gelecekten şimdiye bir yansıma gibidir. Fakat eğer gelecek geçersiz kılınabilseydi şimdi hiç olmazdı. Dolayısıyla üçüncü hâl ilk hâlin varlığını gerektirir.
Aynısı herhangi bir şey ikinci hâlde geçersizleştiği zaman da söz konusu olur; mesela eğer bir şey ikinci hâlde, yani üçüncü hâlde tamamlanacak tüm çalışmanın, bozulma ve ıslah çalışmasının ve ruhların derecelerinin sürdürülmesinde geçersiz kılındığı bu durumda, üçüncü hâl nasıl gerçekleşecek? Dolayısıyla ikinci hâl üçüncü hâlin varlığını gerektiriyor.
Böylece, üçüncü hâlin mükemmelliği Eyn Sof’daki birinci hâlin varlığında yatar. Bu tamamen uyarlanmayı (adapte edilmeyi) gerektirir; yani ikinci ve üçüncü hâller tam mükemmellik içinde görünürler, hiçbir şekilde ne az ne çok.
Dolayısıyla katışıklık (saf olmayan) sistemi tarafından bozulmuş bir alma arzusunun bir bedende varlığına izin vermek için ilk hâlin kendisi, ikinci hâlde karşılığı olan iki sistemin uzantısını gerektirir ki biz ıslah edebilelim. Eğer katışık dünyalar sistemi olmasaydı alma arzumuz olmazdı ve onu ıslah edemezdik ve üçüncü hâle ulaşamazdık zira “Kişi içinde olmayanı ıslah edemez.” Bu yüzden, katışık sistemin ilk hâlden nasıl çıktığını sormamıza gerek yok; çünkü ikinci hâlin formundaki varlığını gerekli kılan ilk hâldir.
Eğer birinci yol vasıtasıyla manevi ilim ve ıslaha tutunmak bize bahşedilmişse o zaman ıslahımızı hızlandırırız ve zorlu ve derin ızdıraplara ve onları deneyimleyeceğimiz (yaşayacağımız) ve bizi değişime zorlayacak uzun sürece ihtiyacımız olmadığı anlamına gelir. Eğer böyle olmazsa “…zamanı içinde”, yani sadece ızdırap ıslahımızı tamamladığında ve ıslah süreci bizi zorlandığında ıslahın gerçekleştiği anlamına gelir. Her şeyi hesaba katarsak, ızdırap yolu aynı zamanda ruhların Cehennem’deki cezalarıdır.
Her halükarda, ıslahın sonu -üçüncü koşul (hal)- ilk koşuldan (hâl) dolayı bir zorunluluktur. Bizim seçimimiz sadece ızdırap yolu ile manevi çalışmadaki ıslah yolu arasındadır.
Böylece, ruhun üç hâlinin nasıl birbirine bağlı olduğunu ve birbirini gerektirdiğini eksiksiz olarak açıklığa kavuşturduk.
Şimdi, tüm o değersiz hadiseleri ve servetiyle bedenlerimizin hiç de gerçek bedenlerimiz olmadığını anlayabiliriz. Gerçek, sonsuz ve tam bedenlerimiz Eyn Sof’da ilk koşulda gelecek üçüncü hâlinde, yani ihsan etmek için almak formunda, Eyn Sof ile form eşitliğinde zaten mevcut.
İlk koşulumuz, ikinci koşulda sadece kendi için almak olan bozuk ve aşağılık formunda bedenlerimizin Klipa’sını (kabuk) almamızı gerektirir ki ıslah edip üçüncü hâldeki (koşuldaki) ebedi bedenlerimize uygulamada sahip olmamızı sağlamak amacıyla kendi için almanın gücü bizi Eyn Sof’dan ayırıyorsa ona karşı koymanın anlamı yok. Çalışmamız sadece bu geçici ve harap bedenlerimizde yapılabilir; zira “Kişi kendinde olmayanı ıslah edemez.”
Dolayısıyla, mevcut ikinci koşulumuzda zaten bizi Yaradan mükemmel işlemciye layık ve uygun o mükemmellik ölçüsündeyiz; zira bu beden süresi dolacağı ve öleceği ve sadece iptal edilmesini gerektiren süre için burada olup, ebedi formu edineceğinden bize her hangi bir şekilde eksiklik getirmez.
Daha önce de söylediğimiz gibi (Madde13) sadece kendimiz için almak olan bedenimizin formu yaratılış düşüncesinde hiç yoktur; çünkü orada üçüncü koşul formundayız. Ancak ikinci koşulda (beden) ıslah edebilmemiz için zorunludur.
İnsandan başka varlıkların durumlarını düşünmemeliyiz; zira insan yaratılışın merkezidir tıpkı aşağıda yazılacağı gibi (Madde 19). Diğer tüm varlıkların tek başlarına bir değerleri yoktur, sadece insana mükemmelliğini gerçekleştirmedeki yardım derecesine göre vardırlar. Dolayısıyla, onlar kendilerinin bir önemi olmadan insanla birlikte yükselir ve alçalırlar.
Tüm bu ızdırap, sadece yok olup gömülmek için yaratılan bedenimizin Klipa’sı tarafından hissedilir. Bu; bize kendi için almak arzusunun ihsan etme arzusuna çevrilmesi için sadece kökünden sökülüp atılmak, dünyada yok edilmek için yaratıldığını öğretiyor. Yaşadığımız acılar, onun (kendi için alma arzusunun) hiçliğinin ve içindeki zararın keşiflerinden başka bir şey değildir. Gerçekten de tüm insanlar kendileri için alma arzularını kökünden söküp atarak yok etmeye karar verseler ve dostlarına ihsan etmekten başka bir arzuları olmasa dünyadaki tüm endişelerin ve tehlikelerin varlığı sona erer. Hepimiz için bütün ve sağlıklı bir yaşam garanti olur; çünkü her birimiz bizi düşünen ve ihtiyaçlarımızı karşılamaya hazır tüm bir dünyaya sahip oluruz.
Her birimiz sadece kendimiz için alma arzusuna sahip olmakla beraber kaçamadığımız tüm endişelerin, ıstırabın, savaşların ve katliamların kaynağı budur. Tüm bunlar; bedenlerimizi her türlü yaralar ve kötülüklerle zayıflatır ve görürsünüz ki dünyadaki tüm acılar bedenin Klipa’sındaki kötülüğü hükümsüz kılmayı desteklemek ve ihsan etmenin tam formunu kazanmak için gözlerimiz önüne serilen alametlerden başka bir şey değildir. Söylediğimiz gibi, ızdırap yolu bizi arzulanan forma getirebilir. İnsan ve insan arasındaki iyiliğin, insan ve Yaradan arasındaki iyilikten önce geldiğini aklınızda tutun; çünkü kişinin dostuna ihsan etmesi onu Yaradan’ına ihsan etmeye getirir.
Gerçekte üçüncü koşula henüz ulaşmamış olmamıza ve zamanımız olmamasına rağmen bu bizim özümüzü hiçbir şekilde bozmaz; zira üçüncü koşulumuz ilk koşulun gereğidir. Dolayısıyla, “Almam gereken her şey alınmış kabul edilirim.” Zaman yoksunluğu, sadece kişinin tamamlaması gerekeni zamanında tamamlayacağına şüphe duymasında eksiklik olarak addedilir.
Buna şüphemiz olmadığına göre, çoktan üçüncü koşula gelmiş gibiyiz. Bedenimiz de bize mevcut bozuk haliyle verilmesine rağmen özümüzü bozmaz, zira o (beden) ve sahip olduğu her şey kaynağı olan katışıklık sistemi ile birlikte tamamen sökülüp atılacak ve yanmaya mecbur olan mutlaka yanacaktır ve asla var olmamış gibi addedilir.
Ancak özü de sırf arzu, ihsan etme arzusu olan ve bize dört kutsal ABYA dünyaları sisteminden uzayan (Madde11) o bedene bürünmüş ruh sonsuza dek var olur. Bunun sebebi ihsan etme arzusunun bu halinin canlıların yaşamının formu ile eşitlik içinde ve hiçbir şekilde değiştirilemez olmasıdır. Bu konu aşağıda Madde 32’den itibaren tamamlanacaktır.
Ancak söylediğimiz gibi; yaratılışın tüm maddesi, hem manevi nesnelerin maddesi hem de fiziksel maddelerin nesnesi, yani alma arzusundan başka bir şey değildir. Ruhun tümüyle ihsan etme arzusu olduğunu söylememize rağmen, bu sadece Üst Dünyalar’dan bize gelen Yansıyan Işık’ın düzeltmesi ile olur.
Bununla beraber, ruhun tam özü ayrıca alma arzusudur. İki nesne arasındaki farkı sadece arzusunu ayırt ederek söyleyebiliriz; çünkü herhangi bir öz içindeki arzu ihtiyaç yaratır ve ihtiyaçlar alma arzusunun talep ettiği bu ihtiyaçları edinmek için düşünceler ve olgular yaratır.
İnsanların arzuları nasıl birbirinden ayrılıyorsa onların ihtiyaçları, düşünceleri ve fikirleri de ayrılır. Örneğin, alma arzusu hayvanca arzularla sınırlı olanların ihtiyaçları, düşünceleri ve fikirleri tüm hayvanlığı ile o alma arzusunu tatmin etmeye adanmıştır. İnsanlar gibi akıl ve mantığı kullanmalarına rağmen bu yine de kölenin efendisi gibi olmasına yeterlidir. O hayvanca akıl gibidir, zira akıl hayvanca arzunun kölesi olmuştur ve ona hizmet eder.
Alma arzusu daha çok insanca arzularda güçlü olanların -saygı ve başkalarını yönetmek gibi ki bunlar hayvanda yoktur- ihtiyaçlarının, düşüncelerinin ve fikirlerinin büyük çoğunluğu yapabildikleri kadarıyla tamamen o arzuyu tatmin etme etrafında dönüp durur. Alma arzuları daha ziyade bilgi edinmeye yoğunlaşmışsa ihtiyaçlarının, düşüncelerinin ve fikirlerinin büyük bir bölümü bunu tatmin etmek içindir.
Ruhun özü; ihsan etmekten başka bir şey olmadığına ve tüm göstergeleri ve nitelikleri zaten ebedi ilk koşulda olduğu gibi üçüncü koşulda da var olan, bu ihsan etme arzusunun gerçekleştirilmesi olduğuna göre, (bu arzu) ölümsüz ve yeri doldurulamazdır. Tersine bu arzu ve tüm nitelikleri ebedidir ve sonsuza dek var olur. Yokluk hiçbir şekilde bedenin ayrılığından etkilenmez. Bilakis bozuk beden formunun yokluğu, arzuyu güçlendirerek Cennet Bahçesi’ne yükselmesini sağlar.
Böylece ruhun devamlılığının, filozofların iddia ettiği gibi hiçbir şekilde edindiği olgulara bağlı olmadığını göstermiş olduk. Tersine onun sonsuzluğu tam özündedir, özü olan ihsan etme arzusundadır. Edindiği olgular da onun ödülüdür, özü değil.
Bu konuyu yaratılışın düşüncesinin kendisinden, ilk koşuldan açıkça anlayacaksınız. Düşünce O’nun varlıklarına haz vermek olduğundan o bolluğu alabilmek için Yaradan çok kuvvetli abartılı bir arzu vermek zorundaydı ki bu yaratılışın düşüncesinin içindedir; zira “Büyük haz ve büyük alma arzusu yan yana giderler.” (Madde 6-7) Bu abartılı alma arzusunun Yaradan’ın yarattığı tek madde olduğunu belirttik; zira yaratılışın düşüncesini gerçekleştirmek için bundan başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Mükemmel işlemcinin doğası lüzumsuz işler gerçekleştirmek değildir, Birlik Şiiri’nde yazıldığı gibi: “Tüm çalışmanda ne bir şey unuttun ne çıkardın ne de ekledin.”
Orada ayrıca bu abartılı alma arzusunun arı sistemden tamamen çıkarıldığını ve bu dünyadaki bedenlerin, onların ihtiyaçlarının ve sahip olduklarının bütünüyle arı olmayan dünyaların sistemine verildiğini söyledik. Kişi on üç yaşına geldiğinde manevi ilim ile iştigal etmek vasıtasıyla kutsal bir ruh edinir. O zaman edindiği ruhun arılığının ölçüsüne göre arı dünyaların sistemi tarafından beslenir.
Yukarıda, ayrıca, bize manevi ilim ve ıslahı çalışmak için verilen altı bin yıl boyunca bedene -onun abartılmış alma arzusuna- ıslah gelmediğini söylemiştik. Çalışmamız boyunca bize gelen tüm ıslah sadece ruhla ilgilidir ki böylece kutsallık ve arılık derecelerine çıkar. Bu ruhla genişleyen ihsan etme arzusunun çoğalması anlamına gelir.
Bu nedenle beden; sonunda ölecek, gömülecek ve çürüyecektir. Çünkü hiçbir ıslahtan geçmemiştir. Ancak bu şekilde kalamaz. Zira abartılmış alma arzusu bu dünyadan yok olursa yaratılışın düşüncesi gerçekleşemez. Başka bir deyişle O’nun varlıklarına ihsan etmeyi düşündüğü büyük hazların alınması gerçekleşemez; çünkü “Büyük haz ve büyük alma arzusu yan yana giderler.” denir ve bunu alma arzusunun azaldığı ölçüde almanın, haz ve zevki de azalır.
Sonra aşırı alma arzusunu sadece ihsan etmeye çevirmek için çalışma yeniden başlar ve ondan sonra edinimimiz iki katına çıkar:
Tersine, onun üzerine çıkar ve ona ihsan etme formunu veririz. Gerçekten de bu bedenden ayırmak istediğimiz her bozuk nitelik için yapılır. Öncelikle, bu nitelikten hiçbir şey kalmayana dek onu ortadan kaldırmalıyız. Sonrasında, onu tekrar alabilir ve orta yolda yönlendirebiliriz. Ancak, tamamıyla ortadan kaldırmadan bu bozuk niteliği arzulanan orta yolda yönetmek mümkün değildir.
Sonra tüm o aşırı alma arzusunu ihsan etme formuna sokmak için yeni bir çalışma şekline girişiriz. Artık o iyileşir; çünkü artık form eşitliğini edinmiştir. Bilgelerimiz bunun nedeni “Böylelikle ‘başka bir şey’ olduğu söylenemez.” derler, yani yaratılışın düşüncesinde sahip olduğu formdan farklı bir form olduğu söylenemez. Böyle olmasının nedeni; o aşırı alma arzusunun yaratılışın düşüncesindeki tüm bolluğu almayı hedefleyerek orada olmasıdır.
Sadece bu arada arınmak için Klipot’a verilmiştir. Ancak sonunda farklı bir beden olmamalıdır; zira her hangi bir şekilde yok olsaydı tamamen farklı olurdu. Böylelikle ilk koşulda olduğu gibi, yaratılışın düşüncesindeki tüm bolluğu almaya layık olmazdı.
İlk bölüm aşırı alma arzusunu hiç kısıtlama olmadan tüm bozuk ölçüsüyle dört arı olmayan ABYA dünyalarının elinden almaktır. Eğer bu bozuk alma arzusuna sahip değilsek onu ıslah edemeyiz; zira “Kişi içinde olmayanı ıslah edemez.”
Dolayısıyla, doğuştan bedene nakşedilmiş olan alma arzusu yetersizdir. Aksine arı olmayan Klipot için de on üç yıldan az olmamak kaydıyla araç olmalıdır. Bu Klipot’un ona hâkim olması ve ona ışıklarını vermesi anlamına gelir; çünkü Klipot’un ışıkları onun alma arzusunu arttırır. Bunun nedeni Klipot’un alma arzusuna sağladığı memnuniyetlerin sadece çoğalması ve alma arzusunun taleplerini geliştirmesidir.
Örneğin, doğumda, kişi sadece yüz alma arzusuna sahiptir, daha fazla değil. Ancak, Sitra Ahra yüzü sağladığında alma arzusu anında büyür ve iki yüz ister. Sonra, Sitra Ahra iki yüzü sağladığında arzu anında genişleyerek dört yüz ister. Eğer kişi maneviyat ve ıslah aracılığıyla bunun üzerine çıkmaz ve alma arzusunu ihsan etmeye arındırmazsa kişinin alma arzusu hayatı boyunca genişler ve sonunda arzuladıklarının yarısını edinemeden ölür. Bu, kişiyi çalışacağı ve ıslah edeceği her türlü materyali sağlamak için rolü kişinin alma arzusunu genişletmek ve büyütmek ve her şekilde onu abartmak ve kontrolsüz kılmak olan Sitra Ahra’nın ve Klipot’un altında olmak olarak görülür.
Bu sürecin başlıca amacı manevi alma arzusunu edinmek ve yoğunlaştırmaktır; çünkü doğumda kişinin sadece fiziksellik için alma arzusu vardır. Dolayısıyla kişi on üçüne girmeden haddinden fazla alma arzusu edinmiş olsa da yine de alma arzusunun gelişiminin tamamlanmış hali değildir; zira alma arzusunun başlıca yoğunluğu sadece maneviyatadır.
Bunun nedeni ise örneğin, on üçüne girmeden önce kişinin alma arzusu bu fiziksel dünyadaki tüm zenginliği ve saygınlığı silip süpürmek istemesidir. Bunun ebedi bir dünya olmadığı hepimiz için uçup giden bir gölge olduğu açıktır. Ancak kişi, aşırı manevi alma arzusu edindiğinde daimi sahip olma olan bir sonraki ebedi dünyadaki tüm zenginlik ve hazları kendi zevki için yalayıp yutmak ister. Böylece aşırı alma arzusunun çoğunluğu sadece maneviyatı alma arzusu ile tamamlanmış olur.
Ancak bu ilkinden daha önemli bir derecedir; zira alma arzusunun tüm ölçüsünü edinmenin yanında kişiye çalışması için tüm materyali verir ki bu kişiyi O’nun için çalışmaya (O’nun Adına) getiren derecedir. Bilgelerimizin söylediği gibi: “Kişi manevi çalışma ve ıslah ile her zaman Kendi için (O’nun adına değil) iştigal etmelidir; zira kişi Kendi için çalışmaktan O’nun için çalışmaya gelir.”
Dolayısıyla, on üç yaşından sonra gelen bu derece kutsallık olarak addedilir. Bu, hanımına hizmet eden Kutsal Ruh (Kutsallık) olan kutsal hizmetçi olarak kabul edilir. Bunun nedeni hizmetçinin kişiyi O’nun için çalışmaya getirmesidir ve kişi kutsallığın ilhamı ile ödüllendirilir. Ancak kişi kendisini O’nun için çalışmaya getirmek için her yolu denemelidir; zira kişi kendisini bunun için zorlamaz ve O’nun için koşulunu başaramazsa arı olmayan hizmetçinin çukuruna düşer ki bu kişiyi Lo Lişma’nın O’nun için çalışmaya getirmeyeceğiyle ilgili kişinin kafasını karıştıran kutsal hizmetçinin tersidir. Onunla ilgili şöyle denir: “Hanımına varis olan hizmetçi” (Atasözü 30, 23), zira kimseyi kutsal ilahilik olan hanımının yanına yaklaştırmayacaktır.
Bu bölümde son derece Yaradan’a tutkuyla âşık olmasıdır, tıpkı kişinin, tutkunun nesnesi gece gündüz kişinin gözlerinin önünde kalana dek fiziksel aşka düşmesi gibi şair şöyle der: “O’nu hatırladığımda, gözlerime uyku girmez.” Sonra şöyle denir: “Ancak doyurulan arzu hayat ağacıdır.” (Atasözü 13, 12) Bunun nedeni ruhun beş derecesinin beş yüz yıla uzanan Hayat Ağacı olmasıdır. Her derece yüz yıl sürer yani kişiyi üçüncü kısımda açıklığa kavuşan tüm beş Behinot NRNHY’i (Nefeş, Ruah, Neşama, Haya Yehida- okunuş: NaReNHaY) (izlenim) almaya getirir.
Bunun nedeni; kıyafetlenme ve form eşitliği konusunun el ele yürümesidir (bakınız Madde 11). Kişi kendisi için değil de tamamen ihsan etmek ile ödüllendirildiğinde arı ABYA’dan geçerek, kişinin ilk koşulda Eyn Sof’daki başlangıcından uzanan üst NRNHY’si ile form eşitliğini edinmekle ödüllendirilecek ve anında genişleyerek yavaş bir şekilde kişiyi kıyafetlendirecektir.
Dördüncü bölüm ölülerin canlanmasından sonra yürütülen çalışmadır. Bu ölüm ve gömme boyunca tamamen eksik olmuş olan alma arzusunun şimdi fazlasıyla en kötü alma arzusuyla canlanmış olması anlamına gelir, bilgelerimizin dediği gibi: “Ölüler eksiklikleri (hataları) ile yeniden canlanacaklardır.” (Madde 28) Sonra ihsan etme formunda almaya dönüşür. Ancak, bu çalışmanın bu dünyada yaşarken verildiği seçilmiş birkaç kişi bulunmaktadır.
Yaradan’ın varlıklarına ihsan etmekten aldığı mutluluk, varlıkların O’nu hissettikleri dereceye kadardır, yani veren ve onları mutlu eden O’dur. Zira ondan sonra Yaradan onlardan büyük haz alır; tıpkı oğlunun, babasının büyüklüğünü ve yüceliğini hissedip, farkına varma derecesine kadar çok sevdiği oğluyla oynayan bir baba gibi ve baba oğluna hazırlamış olduğu tüm hazineleri gösterir. Şöyle yazıldığı gibi: “Sevgili oğlum, anne ve babasının mutluluk kaynağı değil mi? Zira ne zaman ondan bahsetsem onu hâlâ ısrarla hatırlıyorum. Bu yüzden kalbim ona özlem duyuyor, elbette ki ona merhamet duyacağım, der Yaradan”.
Bu kelimeleri iyi inceleyin ki O’nu hissetmek ve onlar için hazırlamış olduklarında O’nun yüceliğini tanımakla bahşedilen bütün kişilerle birlikte Yaradan’ın büyük hazlarını öğrenebilirsiniz ta ki baba ve ebeveynlerinin mutluluğu, onun sevgili oğlu olana dek. Buna devam etmemize gerek yok zira bütün olanlarla mutluluk ve haz için O’nun tüm dünyaları (Üst ve Alt Dünyalar) yaratmasına değer.
Bunun nedeni; başkalarını hissetmekten yoksun olan hayvansal seviyedeki alma arzusunun, sadece tek başına o varlığa yerleştirildiği ölçüye kadar ihtiyaç ve arzuları ortaya çıkarabilmesidir. Ancak başkalarını da hissedebilen insan; başkalarının sahip olduğu her şeye de ihtiyaç duyar ve bu nedenle başkalarının sahip olduğu her şeyi edinmek için kıskançlıkla dolar. Yüze sahip olduğunda iki yüz ister ve böylece ihtiyaçları tüm dünyadaki her şeyi bir çırpıda silip süpürmeyi isteyecek kadar sonsuza dek çoğalır.
Aynı türden kendilerine benzeyenlerin hisleriyle hazırlanmış olan insan türü manevi çalışma ve ıslaha girdikten sonra alma arzularını ihsan etmeye çevirdiklerinde ve Yaradan’ı ile form eşitliğine geldiklerinde NRNHY denilen üst dünyalarda kendileri için hazırlanmış olan tüm dereceleri edinirler. Sonuçta, tüm dünyaların yaratılış nedeni sadece insan içindi.
Birlikte doğmuş oldukları alma arzusunun Klipa’sının (Klipot’un çoğulu) içine dalmış bu sert Klipa’yı kıracak olan uygulamalı manevi çalışma ve ıslah olan eşsiz iksiri almaya çalışmayıp, Yaradan’a mutluluk verme arzusuna dönüştürmeyenler de böyledir. Gerçekte olduğu gibi değersizlik ve boşluklarını tespit etmek zorunda oldukları ve bu muazzam realitenin sadece kendileri için yaratıldığını anlayamadıkları kesindir.
Aslında, gerekli olan tüm arılıkla Yaradan’ına mutluluk vermek için manevi çalışma ve ıslah içine dalsalar ve içinde doğmuş oldukları alma arzusunun Klipa’sını kırmaya çalışıp, ihsan etme arzusunu üslenseler gözleri anında açılıp onlar için manevi dünyalarda hazırlanmış olan tüm bilgelik, zekâ ve açık akıl derecelerini edinirler. O zaman bilgelerimizin söylediklerini kendileri söylerler: “İyi bir misafir ne der? ‘Ev sahibinin yapmış olduğu her şey sadece benim içindi.’”
Bu beş dünyada kıyafetlenmiş olan ışıklar YHNRN olarak adlandırılır. Yehida Işığı Adam Kadmon dünyasında; Haya Işığı Atzilut dünyasında; Neşama Işığı Beria dünyasında; Ruah Işığı Yetzira dünyasında; ve Nefeş Işığı Asiya dünyasında ışır.
Tüm bu dünyalar ve bunlara dâhil olan her şey kutsal isim Yud-Hey-Vav-Hey ve Yud’un ucuna dâhil olmuştur. İlk dünya AK’da hiç algımız yoktur. Dolayısıyla, bu sadece ismin Yud’unun ucunda ifade edilmektedir. Bu nedenle bundan bahsetmeyiz ve sadece dört ABYA dünyasını dile getiririz. Yud Atzilut dünyasıdır, Hey – Beria dünyası, Vav – Yetzira dünyası ve alt Hey Asiya dünyasıdır.
Her bir dünyadaki beş Sefirot’un dışında dört manevi kategori olan cansız, bitkisel, hayvansal ve konuşan da bulunmaktadır. İnsanın ruhu konuşan kategori olarak kabul edilir, hayvansal kategori o dünyadaki melekler, bitkisel kategori “kıyafetler” ve cansız kategori holler (salonlar/ odalar) olarak adlandırılır. Her biri birbirini kıyafetlendirir: insanların ruhu olan konuşan kategori, o dünyadaki tanrısallık olan beş Sefirot KHBTM’yi kıyafetlendirir. Melekler olan hayvansal kategori, ruhları kıyafetlendirir; kıyafetler olan bitkisel kategori, melekleri kıyafetlendirir; ve holler olan cansız kategori tümünün etrafında döner.
Kıyafetlenme; bu dünyadaki fiziksel cansız, bitkisel, hayvansal ve konuşan kategoride açıklamış olduğumuz gibi (Madde 35-38) birbirine hizmet eder ve birbirinden gelişir: üç kategori -cansız, bitkisel ve hayvansal- kendileri için değil insan olan dördüncü kategorinin gelişip onlarla yükselmesi için genişlediler. Dolayısıyla, bunların rolü sadece insana hizmet etmek ve onlara faydalı olmaktır.
Tüm manevi dünyalarda böyledir. Üç kategori -cansız, bitkisel, hayvansal- orada sadece insanın ruhu olan konuşan kategoriye hizmet etmek ve faydalı olmak için ortaya çıktı. Dolayısıyla bunların tümü insanın ruhunu kıyafetlendirirler, yani ona hizmet ederler.
Şu kuralı bilin; realitenin tümünü etkileyen her şey, her bir dünyaya ve hatta o dünyada bulunabilen en küçük parçaya bile uygulanır. Dolayısıyla, realitenin tümünde beş Sefirot KHBTM olan beş dünya olduğundan her dünyada beş Sefirot KHBTM bulunmaktadır ve o dünyadaki her küçük maddede beş Sefirot vardır.
Bu dünyanın dört Sefirot HBTM’ye tekabül eden cansız, bitkisel, hayvansal ve konuşan (CBHK) kategorilerine bölündüğünü söylemiştik. Cansız Malhut’a, bitkisel Tiferet’e, hayvansal Bina’ya ve konuşan Hohma’ya tekabül eder. Bunların hepsinin kökü Keter’e tekabül eder. Ancak söylediğimiz gibi CBHK’daki her türdeki en küçük maddede bile CBHK’nın dört izlenimi vardır. Dolayısıyla, konuşan kategorinin tek bir maddesinde yani tek bir kişide bile CBHK vardır ki bunlar Kutsiliğin noktasının kıyafetlendiği yer olan kişinin alma arzusunun dört parçasıdır.
Böyle olmasının nedeni ıslahın bir amaca ihtiyacı olmamasıdır. Amaçsız aksiyonlar bile kişinin alma arzusunu ıslah edebilir; ancak sadece “cansız” denilen ilk derecede. Kişi; alma arzusunun cansız kısmını ıslah ettiği dereceye kadar, kalpteki noktanın altı yüz on üç organını inşa eder ki bu hâlâ Kutsiliğin Nefeş’idir.
Kişi; Kutsiliğin Nefeş’inin cansız kategorisi olan tüm altı yüz on üç ıslahı aksiyonda tamamladığında, kalpteki noktadaki altı yüz on üç organı tamamlamış olur ki bunun iki yüz kırk sekiz manevi organı, iki yüz kırk sekiz pozitif (aktif/ yap) sevabı uygulayarak inşa edilir ve üç yüz atmış beş manevi tendonu da üç yüz atmış beş negatif (pasif/ yapma) sevabı gözlemleyerek inşa edilir ta ki Kutsiliğin Nefeş’inin tam bir Partzuf’u (manevi yüz) olana dek sürer. Sonra Nefeş yükselir ve manevi Asiya dünyasında Malhut’un Sefira’sını (Sefirot’un tekili) kıyafetlendirir.
O dünyadaki Asiya’nın Malhut’unun o Sefira’sına tekabül eden cansız, bitkisel, hayvansal ve konuşan seviyenin manevi elementleri; oraya yükselmiş olan Nefeş’in Partzuf’una, ruhun algıladığı kadarıyla hizmet ve yardım eder. Bu mefhumlar büyümesi ve çoğalması için ona güç vererek, onun manevi gıdası olurlar ta ki Asiya’nın Malhut’unun Sefira’sının Işığı’nı, insanın bedenini aydınlatmak için arzulanan mükemmellikte genişletebilene dek. Bu tamamlanmış ışık kişiye manevi çalışma ve ıslahına çabasını arttırması ve kalan dereceleri alması için yardım eder.
Kişinin bedeni doğar doğmaz Nefeş Işığı’nın bir noktasının doğup onu kıyafetlendirdiğini söylemiştik. Burada şöyledir: Kişinin Kutsiliğinin Partzuf Nefeş’i doğduğunda yanındaki daha yüksek dereceden bir nokta da onunla birlikte doğar – Asiya’nın Ruah Işığı’nın son derecesi – ve Nefeş’in Partzuf’unun içinde kıyafetlenir.
Tüm derecelerde böyledir. Doğan her derece ile derecenin üzerindeki son izlenim onun içinde anında ortaya çıkar. Bunun nedeni derecelerin en üstüne kadar üst ve alt arasındaki tüm bağlantının bu olmasıdır. Böylece üst dereceden dolayı içinde var olan bu noktadan geçerek bir sonraki üst dereceye yükselebilir olur.
Bu bağlamda, ışığın kendisi bir olmasına rağmen Sefirot NRNHY’deki ışıkları adlandırırız; çünkü ışık, Kelim’in niteliklerine göre bölünür. Malhut Eyn Sof Işığı’nı gizleyen en kaba örtüdür. İnsanın cansız bedeninin arınmasına ilişkin olarak O’ndan alıcılara ilettiği ışık çok küçük bir miktardır. Bu nedenle Nefeş olarak adlandırılır.
Tiferet’in Kli’si Malhut’un Kli’sinden daha arıdır. Bunun Eyn Sof’dan geçirdiği ışık insan bedeninin bitkisel parçasının arınmasıyla ilişkilidir; çünkü bunun içinde Nefeş Işığı’ndan daha fazla tesir eder. Bu “Ruah Işığı” olarak adlandırılır.
Bina’nın Kli’si Tiferet’den de arıdır ve bunun Eyn Sof’dan geçirdiği ışık insan bedeninin hayvansal parçasının arınmasıyla ilişkilidir ve “Neşama Işığı” olarak adlandırılır.
En arı olan Hohma’nın Kli’sidir. Bunun Eyn Sof’dan geçirdiği ışık insan bedeninin konuşan parçasının arınmasıyla ilişkilidir. Bu “Haya Işığı” olarak adlandırılır ve tesiri ölçülemez.