Makale No. 27, 1990
Bilgelerimiz şöyle der: “Aşağıda tek bir çimen yaprağınız yoktur ki, yukarıda onu tutan, ona vuran ve ona büyümesini söyleyen bir görevli olmasın!” Denir ki (Zohar ve Beresheet Rabbah 10), “Rabbi Simon dedi ki, ‘Gök kubbede ona vuran ve ona ‘Büyü’ diyen bir güce sahip olmayan tek bir çimen yaprağı bile yoktur!”
Çalışmada bu sözlerin bizim için ne anlama geldiğini anlamalıyız. Dünyamızda, tüm yaratılanların dinlenmeyi sevdiğini görüyoruz, şöyle yazıldığı gibi (On Sefirot Çalışması, Bölüm 1, Histaklut Pnimit, Madde 19), “Her dalın doğasının köküne eşit olduğu bilinir. Bu nedenle, kökte yer alan her davranış dal tarafından da arzulanır, sevilir ve imrenilir ve kökte yer almayan herhangi bir konuda dal da kendini onlardan uzaklaştırır, onlara tahammül etmez ve onlardan nefret eder. Bu nedenle, O’na dahil olan ve doğrudan O’ndan bize uzanan tüm unsurlar bize hoş gelir. Bu demektir ki, kökümüz hareketsiz olduğu için bizler dinlenmeyi severiz.”
Buna göre soru şudur: Neden hoşlanmadığımız şeyleri yaparız? Kim bizi çaba göstermeye zorluyor? Cevap şudur: Yukarıda, elinde bir bastonla, yaratılan varlıkları işkencelerle döven bir görevli vardır. Ve onlar acıya tahammül edemedikleri için, bu onların dinlenmeyi bırakıp çalışmaya gitmelerine neden olur. Dolayısıyla bu çalışmaya “zorunlu çalışma” denir; burada kişi, görevlendirilen kişinin verdiği acılar yüzünden işe gitmeye zorlanır. Bu nedenle, “ve ona söyle, büyü!” diye hareket ederiz. Aksi takdirde, bir insan doğduğunda bulunduğu yerde yatar ve hem fiziksel hem de duygusal olarak hiçbir gelişme gösteremezdi. Dolayısıyla, yaratılanları döven görevlinin elindeki bu baston, yaratılanların gelişimine neden olur.
Sonuç olarak, yaratılışın gelişmesinden gelen hazları almanın nedeni, yukarıda vuran ve “Büyü!” diyen, yani her bir çimen yaprağının büyümesini sağlayan bir görevlinin olmasıdır. Buna göre dünyadaki insanlar da otlar gibidir ve her bir otun büyümesi gerekir.
Çalışmada, görevlendirilenin yaratılan varlıklara vurduğu ve yaratılan varlıklar azap çektiğinde, ilerlemeleri gerektiği ve dinlenme halinde kalamayacakları şeklinde yorumlamalıyız, tıpkı insanın doğası gereği, tam bir dinlenme halinde olan kökünden uzanması gibi. Buradan, çalışmaya yönelik tüm itici güce yalnızca ızdırabın neden olduğu sonucu çıkar.
Bununla birlikte, elinde bir bastonla tüm yaratılanları döven, böylece dinlenme halinde kalmamalarını sağlayan, ancak “her bir çimen yaprağı” olarak adlandırılan her birine vuran ve ona “Büyü!” diyen görevlinin kim olduğunu anlamalıyız. Bu, kökümüzde yapmamız gereken ikinci ayrımdır.
Başka bir deyişle, kökümüz olan Yaradan hazla doludur. Dolayısıyla, eğer haz yoksa, bu bizde acıya yol açar, zira dallar kökte var olana benzemek isterler, (a.g.e.) “Kökteki her davranış dal tarafından da arzulanır, sevilir ve imrenilir” denmiştir.
Bu nedenle, yaratılanların hazzı özlemesi ve onsuz yaşamanın imkânsız olması, hazzın kökte olmasındandır; bu, vuran ve “Büyü!” diyen atanmış kişidir. Şöyle yazılmıştır (Madde 21): “Bununla birlikte, mal ve mülkten yoksun kalmak da imkânsızdır. Bu nedenle, mülkiyetin tatminini elde etmek için hareket etmenin azabını seçeriz.” İşte bu, bir kişinin vuran ve “Büyü!” diyen atayıcıdan aldığı acıdır.
Bu mesele manevi meselelerde olduğu kadar maddesel meselelerde de geçerlidir. Aradaki fark, maddesel meselelerde gizlilik olmamasıdır, yani maddesel zevklerde “Göz görür ve kalp imrenir” meselesi vardır. Dolayısıyla, gözün gördüğü şey insanın acı çekmesine neden olur, çünkü ister gözde ister zihinde olsun, kişi gördüğü şeyi elde etmeyi arzular. Maddeye duyulan özlem, kişi maddeyi elde etmediği sürece, kişiye acı verir.
Acı, maddeye duyulan özlemle ölçülür. Maddesellikte gördüğümüz gibi, bazen karşılıksız aşk bir kişinin maddeyi elde edemeyeceğini görerek çektiği acı nedeniyle canına kıymasına neden olabilir. Bu nedenle, “yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim” der ve intihar eder. Ancak bu yalnızca maddeselliğe ilişkindir.
Manevi konularda, ıslah amacıyla, bir Tzimtzum [kısıtlama] ve gizlilik getirilmiştir, böylece kişi Tora ve Mitzvot’ta kıyafetlenmiş haz ve mutluluğu göremez. Bu, Yaradan’ın rızası için çalışmaya yer açmak amacıyla bilerek böyle yapılmıştır. Aksi takdirde, yukarıda bahsedilen sebepten dolayı, kişinin ihsan etmek üzere çalışma gücüne sahip olması için seçim yapması imkânsız olurdu, zira göz gördüğünde kalp imrenir. Kişi yapmaya, yani Tora ve Mitzvot’a uymaya zorlanırdı, çünkü ifşa olan haz, maddesel arzularda olduğu gibi, kişinin imrenme acısını yatıştırmak için onu almaya zorlardı.
Ama şimdi kişinin her şeyi mantık ötesi bir inançla yapması ve Tora ve Mitzvot’un “çünkü onlar bizim hayatımızdır” anlayışında olduğunu söylemesi gerektiğinden ve “Altından, çok kaliteli altından daha güzel, baldan ve bal peteğinden daha tatlı olan” diye yazıldığı gibi, eğer her şey ifşa edilmiş olsaydı, alma arzusu hazzı arzulayacak ve kişinin Tora ve Mitzvot’u yerine getirmemesi tamamen imkânsız olacaktı. Ancak Yaradan’la Dvekut [bütünleşme] ile ödüllendirilmek için, ihsan etmek için çalışmamız gerektiğinden, Tora ve Mitzvot üzerinde gizlilik ve saklama vardır. Bu nedenle, burada “Göz görür ve kalp imrenir” diyemeyiz.
Buradan şu sonuç çıkar ki, öncelikle inanç üzerinde çalışmamız gereken, yani ödül ve cezaya inanmamız gereken maneviyatta, “Aşağıda bir çimen yaprağı yoktur ki, yukarıda ona vuran ve ‘Büyü’ diyen bir görevli olmasın!” denemez. Dolayısıyla, “vur ve ona “büyü!” de” meselesi, bir insanın hissettiği, Yaradan’dan uzak olduğu ve Yaradan’a bağlı kalmak istediği ve özlediği, ancak başarısız olduğu acıdır. Kişi bundan acı çeker ve bu acılar onu sadece Yaradan’la Dvekut’a sahip olmak için elinden gelen her şeyi yapmaya iter.
Bu nedenle, konunun önemi haricinde, insanın özlem duyduğu bir şey yüzünden acı çekmesi imkânsız olduğundan, soru şudur: İnsan acı çekmeden hiçbir şekilde ilerleyemeyeceğine göre, yukarıdaki nedenden dolayı, dinlenmek istediğine göre, insan Yaradan rızası için yani Yaradan’a memnuniyet getirmeye özlem duyarak çalışmaya önemi nereden alacaktır? Yaradan’a memnuniyet getiremeyeceğini görürse acı çekecektir. Bu acılar kişiyi, sadece Yaradan’la gerçek Dvekut ile ödüllendirilmek için yapabileceği her şeyi yapmaya iter. Ayet bu konuda şöyle der (Mezmurlar 94), “Ne mutlu Senin cezalandırdığın adama, Efendimiz, Ve Senin yasandan [Tora’dan] öğrettiğine.”
Yaradan kişiyi sıkıntıya soktuğunda onun neden “mutlu” olduğunu anlamalıyız. Bunu şu şekilde yorumlamalıyız: Yaradan ona Tora’nın önemini öğretiyor ve o da Tora’nın “Tora ve Yaradan birdir” sözündeki gibi olduğunu hissetmeye başlıyor. Bu demektir ki, Tora Yaradan’ın isimleridir. Yaradan’ın kişiye verdiği önem ölçüsünde, kişi tüm manevi meseleden uzak olmanın acısını hissetmeye başlar.
Başka bir deyişle, kişi maneviyatla ödüllendirilmeyi arzulamaya başlar ve ne zaman uzak olduğunu görse, acı çekmeye başlar ve bu acı onu elinden gelen her şeyi yapmaya iter, çünkü maneviyat olmadan hayatın bir anlamı olmadığını hissetmeye başlar.
Dolayısıyla maneviyatta da kişiyi vuran, yani ona acı çektiren yukarıda bir görevli vardır. Ancak bu sıkıntılarla ilgili olarak, herkes Yaradan’ın kendisine Tora’da var olan önemi vermesiyle ödüllendirilmez, ki bu onu sıkıntıya soksun. Bununla, “Ne mutlu cezalandırdığın adama, Efendimiz” sözlerinin anlamını anlayabiliriz. Demek ki, Yaradan kişiye bu önemi bahşeder ki, kişi buna özlem duysun. Yukarıda bahsedilen acı budur, yukarıda atanan kişi vurur ve “Büyü!” der. Bu hem maddesellik hem de maneviyat için geçerlidir.
Zohar’da (Kedoşim, Madde 108) yazılı olanın anlamı budur: “Toprakta küçücük bir çimen bile yoktur ki, üzerinde üst dünyalarda daha yüksek bir güç olmasın. Her birinde yaptıkları her şey ve her birinin yaptığı her şey, yukarıda onun üzerine atanan üst gücün hakimiyeti iledir. Ve onlardaki tüm davranışlar yargıdan kaynaklanır; yargı üzerine yolculuk ederler ve yargı üzerine var olurlar ve kendi varlığının dışında ortaya çıkan hiç kimse yoktur.”
Yukarıdakilere göre yorumlamalıyız ki, her şey İlahi Takdir tarafından yürütülmektedir ve aşağıdakilerin İlahi Takdirin kendilerine dayattığı yasalardan çıkmak için özgür bir seçimleri yoktur. Buradan, her bir kişinin küçük bir dünya olduğu çalışmadan bahsederken, “Üzerinde yukarıdan bir atama olmayan tek bir çimen yaprağı bile yoktur” sonucu çıkar. Bu demektir ki, kişiye gelen ve yukarıdaki bu kurallara uymayan tek bir arzu ya da düşünce yoktur. Dolayısıyla, Yaradan’ın çalışmasında var olan tüm ağırlık, bulduğumuz çelişkilerdir. Başka bir deyişle, bir yandan her şeyin insanın çalışmasına bağlı olduğunu söylüyoruz, bilgelerimizin dediği gibi, insan “Ben kendim için değilsem, kim benim için?” demelidir. Bu, her şeyin insana bağlı olduğu anlamına gelir ki ödül ve cezanın anlamı da budur.
Öte yandan, Zohar’ın sözlerinde olduğu gibi, “Her şey yukarıdan gelir” demeliyiz, “Yukarıda topraklarda üzerinde daha üst bir gücün olmadığı küçücük bir çimen yaprağı bile yoktur”, bu da her şeyin üst İlahi Takdiri takip ettiğini ve alttakilerin değişme kabiliyetinin olmadığını ima eder. Birbiriyle çelişen her iki meselenin de cevabı, bunu anlayamayacağımızı ama bunun böyle olduğuna inanmamız gerektiğini söyleyen Maimonides’in sözlerinde (Makale No. 25, Tav-Shin-Nun’da [1989-90] sunulmuştur) olduğu gibidir.
Hedefin önemini edinerek geldiğini söylediğimiz çalışmadaki ilerleme sırası, bilgelerimizin söylediği gibi, Tora ile gelir. Bu böyledir çünkü kişi Lo Lişma’yı [O’nun rızası için değil] öğrendiğini gördüğünde bile, yine de Tora’daki ışık onu ıslah eder, yani ışık aracılığıyla Tora’nın önemini alır.
O zaman kişi, “her bir çimen yaprağına vuran ve ona ‘Büyü!’ diyen bir görevli” durumuna gelir. Başka bir deyişle, Yaradan’la Dvekut’tan uzak olduğu için acı hissetmeye başlar. Bu ızdıraplar, Yaradan’la Dvekut’u edinmek için elinden gelen her şeyi yapmasına neden olur.
Bundan çıkan sonuca göre, kişi her ne kadar Lişma’yı [O’nun rızası için] çalışamayacağını görse de Lo Lişma’da başlamalıdır. Ancak, bununla Lişma’yı edineceğine inandığı için Lo Lişma’yı öğrenirse, o zaman Tora’nın ışığını alır ve bundan Lişma’yı edinmekle ödüllendirilir.
Acı çekmekle ilgili olarak, Zohar’da (Beresheet Bet, Madde 103) yazılı olanı buraya getireceğim, çünkü bilgelerimiz şöyle der: “Yaradan’ın nezdinde, cennetin ve dünyanın yaratıldığı günkü gibi bir sevinç hiç olmamıştır.” Ancak, kişi sevgiden tam bir tövbe etmedikçe O’nun büyük sevincinde yer alamaz.
“Bundan önce, kişi kendisiyle ya da dünya halkıyla hiç sevinmeyecektir. Aksine, önünde keder ve acıyla dolu hem bedenin acıları hem de ruhun acıları olan bir dünya hisseder, ki bunlar işlediği günahlardır. Tüm bunlar onun başına gelmiştir çünkü dünya sadece ihsan etmek için, Tora ve iyi işlerle Yaradan’ı hoşnut etmek amacıyla meşgul olmak için yaratılmıştır, kendi hazzı için değil.
“Ama başlangıçta, ‘İnsan yaban eşeğin sıpası olarak doğar’, yani tek ilgi alanı kendi hazzıdır. Bu nedenle, Yaradan kendisi için almaya yönelik olarak Tora ve Mitzvot’la kendi hazzı için bile meşgul olursa, içindeki ışık sayesinde kendi için almanın doğasındaki alçaklığı ve korkunç yozlaşmayı hissedebilsin diye, insana doğduğu andan itibaren acı ve sert ızdıraplar aşılamıştır -bedensel acılar ve ruhun acıları. O zaman, bu alma doğasından uzaklaşmaya karar verecek ve kendini tamamen sadece Yaradan’ı memnun etmek için çalışmaya adayacaktır. Böylece Yaradan onun gözlerini açacak ve önünde mutlak mükemmellikle dolu bir dünya görecektir.
“Kişinin tövbe etmeden önce çektiği bedensel ve ruhsal sıkıntılarda iki yol vardır:
1) “‘Yaradan her ne yaparsa en iyisi için yapar. Kişi, kendisi için alma doğasına dalmış olduğu için çektiği o korkunç acılar olmasaydı, asla tövbe ile ödüllendirilmeyeceğini görür. Bu nedenle, iyiliği kutsadığı gibi kötülüğü de kutsar, yani kötülük iyiliğe neden olur.
2) “‘Bu da en iyisi içindir’. Yani, sadece yapılan kötülükler iyiliğe neden olmamış, aynı zamanda Yaradan’ın tüm bu kötülükler iyiliğe dönüşene kadar aydınlattığı çok büyük ışıklar aracılığıyla kötülüklerin kendileri de iyiliğe dönüştürülmüştür.”
İnsanın tüm ilerlemesinin, özellikle içinde bulunduğu durumda acı çekmesi olduğu ortaya çıkıyor, çünkü bu ona ileriye doğru bir itici güç sağlıyor.
Yukarıdakilere göre, ARI’nın söylediklerini, Mayin Nukvin’in [Aramice: dişi su, MAN] yükselişi olmadan hiçbir derecenin yükselmediği şeklinde yorumlamalıyız, çünkü Nukvin [Aramice: dişiler] eksiklik anlamına gelir. “Su”, içinde Malhut’un niteliğini alan Bina anlamına gelir; burada Malhut, [İbranice] “[çukur]” kelimesinden gelen “eksiklik” olarak adlandırılır. Dolayısıyla, üstteki alttakine ihtiyacı olanı vermelidir.
“Dünyada Ein Sof [sonsuzluk/sonu olmayan] dışında yeni bir ışık olmadığından, üstteki alttaki için bolluk almak üzere derece derece yükselir. Çalışmada, üst ve alt kelimelerini, ilk koşulun “üst” ve ikinci koşulun “alt” olarak adlandırıldığı şeklinde yorumlamalıyız. Bu demektir ki, eğer kişi içinde bulunduğu durumda herhangi bir eksiklik hissetmez ve halinden memnun olursa, kendisini ileri gitmeye itecek bir eksiklik görmediği için çalışmada ilerlemeye ihtiyaç duymayacağı açıktır.
Bu nedenle kişi başarılıysa, içinde bulunduğu durumdan bir eksiklik çıkarır. Bir kural vardır: “Her bir koşula ‘üst ve alt’ denir.” Dolayısıyla, kişi içinde bulunduğu durumda bir eksiklik bulmuş olsa da “eksiklik koşulu” olarak adlandırılan ikinci koşulda bu eksiklik artık “alt koşul” olarak adlandırılır ve kişinin bir önceki durumu terk etmesine ve şu anda hissettiği eksikliği gidermeye çalışmasına neden olur.
Çalışmada bu, alttakinin Mayin Nukvin’inin üsttekine, yani bir önceki koşula derece olarak yükselmesine neden olduğu kabul edilir. Bu, ARI’nın söylediği şeyin anlamıdır; altta olan, MAN’ı aracılığıyla üstte olana doğru bir yükselişi tetikler. Buradan, yalnızca ” ızdırap ” olarak adlandırılan eksikliklerin, her zaman ileriye doğru gittikleri yükselişleri tetikledikleri sonucu çıkar.
Yukarıdakilere göre, bilgelerimizin söylediklerini yorumlayabiliriz (Beresheet Rabbah 92a), “Rabbi Yehoshua Ben Levi dedi ki, ‘Acıların hepsi, bir kişinin başına geldiğinde ve onu Tora’nın sözlerinden uzaklaştırdığında, bunlar öğüt veren acılardır. Ama kişinin başına gelen ve onu Tora’nın sözlerinden alıkoymayan acılar, ‘Efendimiz kimi severse, onu uyarır’ diye yazıldığı gibi, sevginin acılarıdır.”
Bunu anlamak görünüşte zordur. Yaradan kişiyi sevdiği için ona acı çektirmeli midir? Yaşamda gördüğümüz gibi, kişi bir başkasını seviyorsa ona armağanlar verir ve bir başkasını seven ona acı çektirmez. Ancak yukarıdakilere göre, acı çekmediği için kişi dinlenme durumunda kalmak ister, çünkü kökümüz tam bir dinlenme durumundadır ve yalnızca ona vuran ve “Büyü!” diyen görevli tarafından, yani yalnızca acı çekerek dinlenme hazzını iptal eder ve yeni mülkiyetler edinmeye çalışırız.
Ancak kişi acı çekmezse, mevcut durumunda kalır. Örneğin, tek odalı bir dairede yaşayan bir kişi evlenir, ancak tembeldir, yani dinlenmeyi diğerlerinden daha çok sever, bu yüzden tek odada yaşamayı kabul eder. Bekarken tek odada yaşamasına rağmen, evlendikten sonra da bu şekilde yaşamaya devam eder.
Ancak birkaç çocuğu olursa, o zaman o da evin kalabalığını hisseder ve o da tek odada yaşamanın acısını hissetmeye başlar. Daha sonra bu acı onu fazla mesai yapmaya, yani birkaç odalı bir daireye taşınmak için alıştığından daha fazla çaba sarf etmeye zorlar.
Çalışmada da durum aynıdır. Bir kişi eğitildiğinde ve babası onu Tora ve Mitzvot’la meşgul olması için yetiştirdiğinde ve babası neyin maneviyat neyin Yaradan’ın rızası için olduğunu görmesine izin verdiğinde, bu onun çalışmaya devam etmesi ve Tora ve Mitzvot’u gözlemlemesi için yeterlidir. Ancak büyüdüğünde, evlendiğinde, kendi başına bir adam olduğunda, çocukları olduğunda ve onları eğitmesi ve onlara cennet korkusu vermesi gerektiğini bildiğinde, eğitimine başlamış dokuz yaşında bir çocukken ya da [on üç yaşında] Bar-Mitzvah’ını yaptığında sahip olduğundan daha fazla anlayışa ve duyguya sahip olduğunu düşünür.
Sonra da “Çocukken bilmediğim Tora ve Mitzvot’un önemini şimdi anlıyorum” diyecek kadar ilerleme kaydetmediğini görür. Ve bu yüzden acı çekmeye başlarsa, kendini geri zekâlı olarak görür, yani artık bir yetişkin olduğunu ama zihninin bir çocuğunki gibi olduğunu, yani Tora ve Mitzvot konusunda o zaman sahip olduğu anlayışa şimdi de sahip olduğunu ve ilerlemesi gerektiği gibi ilerlemediğini düşünür. Kendisini küçük bir çocuk gibi hisseder ve bu acılar onu kendisini eğitebilecek bir rehber bulmak amacıyla çaba göstermeye iter, böylece büyür ve bir adam olur ve çalışmada bir çocuk olarak kalmaz.
Şimdi ne sorduğumuzu anlayabiliriz: Bilgelerimizin Tora’dan uzaklaştırmayan acılar hakkında söylediklerinin, bunlara “sevgi acıları” denmesinin anlamı nedir? Yazıldığı gibi, ” Efendimiz kimi severse, onu uyarır” anlamına gelir. Demek ki bu acılar kişiye Tora ve Mitzvot’ta ilerleme ihtiyacı getirir, yani Tora ve Mitzvot’u çocukken olduğu gibi değil, bir yetişkine uygun şekilde anlamasını sağlar.
Dolayısıyla, çekilen acılar kişinin Tora ve Mitzvot’u “çocuk” koşuluna uygun olarak değil, “‘adam'” koşuluna uygun olarak öğrenmesine ve uygulamasına neden olmuştur, bilgelerimizin şöyle dediği gibi: ” Size ‘insan’ denir, dünya uluslarına ise ‘insan’ denmez.” ‘İnsan’ demek, kişi ‘konuşan’ olarak kabul edilir, yani kendisi için ‘hayvanların’ besinlerini değil, ‘konuşan’ için uygun olan besinleri alır demektir. Buna ‘Tora’dan uzaklaştrmayan sevgi acıları’ denir, tam tersine bunlar Tora’ya ve Mitzvot’a ulaşmak içindir.