Makale No. 4, 1989
Zohar, Nuh (Madde 148), “Bak işte, yeryüzüne tufanı getiriyorum.” ayetini yorumlar.
Bunlar onun kelimeleridir: “Rav Yehuda açtı: ‘Bunlar, İsrail Oğullarının kavga ettikleri yer olan Meriva’nın [İbranice: kavga etme] sularıdır.’ O sorar: ‘İsrail Oğulları Yaradan’la başka yerde kavga etmedi mi?’ O cevaplar: ‘Bunlar, suçlayana güçlenmesi için güç ve kuvvet veren kavga sularıydı çünkü tatlı su var ve acı su var, Keduşa [kutsallık] ve sağ çizginin tersi. Temiz su var ve bulanık su var, Keduşa ve sol çizginin tersi. Barış suyu var ve kavga suyu var, Keduşa ve orta çizginin tersi. Dolayısıyla ayet, ‘Bunlar, İsrail Oğullarının Yaradan’la kavga ettiği Meriva sularıdır.’ diyor, orta çizginin tam tersi olduğuna işaret ederek, çünkü uzatmamaları gereken şeyi – tersini, ‘kavga suları’ olarak adlandırılanı – kendilerine uzattılar ve içinde kirlendiler ‘Ve O, onlarda kutsandı,’ diye yazıldığı üzere.”
Üç çizgiye karşılık geldiğini söylediği üç tür suyun anlamını anlamalıyız. Bu, çalışmada nedir? Zohar elbette üç tarzda tezahür eden üç tür bolluk meselesinin olduğu yüksek derecelerden bahsediyor, ama çalışmada biz bundan ne öğrenebiliriz?
İlk olarak, çalışmada “su seli”nin ne olduğunu bilmeliyiz. Bu sel, “her canlıyı yok eden” bir sabotajcıydı. Kişi ihsan etme çalışmasında çalışmaya başladığında bedenin şikâyet ettiği bilinmektedir: “Senin için bu çalışma da ne?” “Kendi çıkarın için çalışmak istememenin ne anlamı var ki? Çünkü hayattan zevk alacağını görmek zorundasın ve ihsan etmek, kendin için çalışmayacağın anlamına gelir. Bize Musa aracılığıyla emrettiği Tora ve Mitzvot’u [emirler/iyi ameller] yaparak Yaradan’ı memnun etmek için çalışmaktan ne çıkar sağlayacaksın? Seni çalışman için, Tora ve Mitzvot’ta emek verdiğin için, ödüllendirecek mi?”
“Buna karşılık, bana ödülsüz çalışmak istediğini söylüyorsun. Ödülsüz çalışmak diye bir şeyi anlamak nasıl mümkün olabilir? Hiçbir anlamı yok! İçkin doğamız haz ve zevk alma arzusu ve eğer bir şeyde çaba sarf edersek, çabalarımızın karşılığında haz ve zevk alıyor olmamız gerekir. Dolayısıyla bu, doğamıza aykırı!” Buna “Ne” argümanı denir.
Bununla birlikte, bir kişi bedenine “Yaradan’a, O’nun İyilik Yapan İyi olarak dünyayı yöneten gözetmen olduğuna, inanmalıyız.” dediğinde başka bir argüman daha vardır ki beden bununla Yaradan çalışmasına direnir. O sırada beden kişiye gelir ve “Sesine itaat etmem gereken Efendi de kim?” diyen Firavunun argümanını yapar. Yani Yaradan’a inanması zordur. Yaradan için çalışabileceğini söyler, ancak şu şartla: Yaradan’ın büyüklüğünü hissederse, O’nun için çalışmanın zahmete değer olduğunu anlayacaktır.
Fiziksellikte gördüğümüz gibidir: Yüce bir insan gelir ve birçok insan onun yüce olduğunu saptarsa ve sağduyu onun yüce olduğunu söyleyenlerle hemfikir olursa, o zaman tıpkı fiziksellikte olduğu gibi, kişi çalışabilir ve büyük olana hizmet edebilir. Açıktır ki Yaradan’ın yüce olduğunu hissedebilseydi, Yaradan’a da çalışabilir ve hizmet edebilirdi. Ancak Yaradan’a ilişkin bu hisse sahip değiliz. Daha ziyade, gördüğümüz gibi, Şehina [Kutsallık] sürgünde ve Yaradan’ın büyüklüğüne dair hiçbir duyumsama yok. Öyleyse, Yaradan’ın faydası önünde kendi çıkarını nasıl hükümsüz kılabilir?
O ikisi – Mi ve MA [sırasıyla “Kim” ve “Ne”] – birleştiğinde, Mayim kombinasyonunu yaratır. Ölmelerine neden olan, “Yeryüzündeki su seli” sözlerinin anlamı budur. Yani, “Kim” ve “Ne” olmak üzere iki soru olan bu sular yüzünden “hayat” denen tüm maneviyat kayboldu. Keduşa’nın yaşam ruhu onlardan ayrıldı ve ölü kaldılar, “Kötülere yaşamlarında ‘ölü’ denir.” diye yazıldığı gibi. Çalışmada buna “tufanın suları” denir. Bu sular yüzünden çalışmada öldüler ve “Kim” ve “Ne” argümanları nedeniyle Yaradan çalışmasına devam edemediler.
Zohar’da (Madde 200), “Rav Yosi, ‘Sel suyuyla gelen ölüm meleğini gördü ve o nedenle gemiye girdi’ dedi.” diye yazılanın anlamı budur. Bu, sabotajcının ki o ölüm meleğidir, “Kim” ve “Ne” argümanlarının içerisinde olduğu anlamına gelir.
Çalışmada geminin tufandan kurtuluşu, mantık üstü meselesinin olduğu anlamına gelir. Bu, gözleri kapalı yürümek istemek olarak kabul edilir, yani akıl ve duyular bilgelerimizin bize söylediklerini anlamasa da, onlar bilgelere inancı üstlenirler ve bilgelere inancı üstlenmemiz gerektiğini söylerler “Ve onlar Efendi’ye ve O’nun hizmetkârı Musa’ya inandılar.” diye yazıldığı gibi. İnanç olmadan maneviyatta hiçbir şey başarılamaz.
Bu anlayışa örtülü Hasadim olan ve “merhameti arzulamak” olarak adlandırılan Bina denir. Bu, hiçbir şeyi anlamak istemediği anlamına gelir ve her şey hakkında, bunun kesinlikle O’nun kendisiyle yaptığı Tanrı’nın Hesed’i [lütuf/merhamet] olduğunu söyler. Yaradan’ın kendisiyle ve tüm dünyayla yaptığı Hasadim’i [Hesed’in çoğulu] görmemesine rağmen yine de Yaradan’ın O’nun dünyasına “Ve hepsi O’nun herkese iyi olduğuna, iyiye ve kötüye iyilik yapan iyi olduğuna inanır.” diye yazıldığı gibi iyiliğin özel İlahi Takdiriyle önderlik ettiğine inanır.
Bu, örtülü Hasadim’dir, yani bunun Hasadim olduğunu görmemesine rağmen yine de mantık üstü inanır ve “Gözleri var, görmezler.” der. Bu, “gemi” olarak da adlandırılır, çünkü kişi örtülü Hasadim’e girip her şeyi mantık üstü kabul etmektedir ve o yerde Sitra Ahra’nın [diğer taraf] hiçbir kontrolü yoktur. Bu böyledir, çünkü Sitra Ahra’nın sorduğu tüm sorular sadece mantık dâhilinde kontrol edebilir, ancak mantık ötesi, bu bölge Keduşa’ya aittir, zira tüm sorular sadece dış akla göredir.
Tersine, iç akıl kişi form eşitliği ile ödüllendirildikten sonra gelir. O zaman içsel akıl içinde anlar ve dışsal aklın doğru olduğunu düşünmüş olduğu her şeyin, artık içsel akılla ödüllendirildiği zaman, dışsal aklın tartıştığı her şeyin asılsız olduğunu görür, Baal Hasulam’ın Tav-Şin-Gimel [1942-43]’de bir makalede yazdığı gibi.
Buna göre, “sabotajcı sel suyunun içinde olup kişiyi öldürür” demek, “Kim” ve “Ne” olan suyun içinde, yani bu itirazlarla, insanları öldürür demektir. Zohar’ın “Rav Yosi ‘Sel suyuyla gelen ölüm meleğini gördü ve o nedenle gemiye girdi.’ dedi.” diye söylediğinin anlamı budur.
Başka bir deyişle, bu argümanlarla yaşam ruhunu kaybedeceğini gördü. O zaman, mantık üstü niteliğine girdi ki bu Bina’dır ve merhameti arzular, yani sadece ihsan etmek ve hiçbir şey almamak istiyor. Bunun yerine, kendi payından memnundur ve Yaradan’ın çalışmasıyla ilgili her ne anlayış ve hisse sahipse bunu büyük bir ödül olarak görüyor. Ayrıca “Kim” ve “Ne” den duyduğu tüm argümanlardan da mutludur çünkü artık mantık ötesi gidebiliyor. Bununla su selinden kurtulur.
Yukarıdakine göre Zohar’ın şu söylediklerini yorumlayabiliriz: “Dünyada olduğu zaman sabotajcı tarafından görülmemek için kişi kesinlikle saklanmalıdır ki sabotajcı ona bakmasın, çünkü gördüğü herkesi yok etme izni vardır.” (Nuh, Madde 196).
(Ve Madde 200’de) “Bu yüzden Yaradan, Nuh’u örtmek ve onu gözden uzak tutmak istedi. Ve Nuh gözden, sel suyundan, saklanabildi çünkü su onu gemiye girmesi için sıkıştırdı. Sel suyunu gördü ve korktu, bu nedenle gemiye geldi.”
Sabotaj yapan bir melek hakkında Nuh gemiye girerse gemide olduğu için meleğin onu göremeyeceğinin nasıl söylenebileceğini anlamalıyız. Yaradan sabote eden meleğin onu görmemesi için Nuh’a gemiye girmesini öğütlediyse, bunu nasıl anlayabiliriz? Açıkçası, gemiyi görünce ne düşünecekti, bunun içinde insanların olmadığı boş bir gemi olduğunu mu? Sabotajcı cismani olsa bile, gemide ne olduğunu kesinlikle görmek isterdi, bir melekle ilgili bu daha da böyleyken, gemide ne olduğunu görmüyor mu? Bu mümkün mü?
Çalışmada, sabote eden meleğin mantık dâhilinde yürüyenleri gördüğünü yorumlamalıyız. Onlarla “Kim” ve “Ne” argümanlarıyla tartışabilir. Ancak Yaradan ona “örtülü dünya” olarak adlandırılan Bina’ya girmesini söyledi, yani dışsal olanlardan, dışsal akılla gidenlerden gizlendi, zira ortak bir dile, yani dışsallığa, sahip oldukları için sabotajcı onları görebilirdi.
Ama mantık ötesine geçenler, her şeyi Yaradan’a olan inanç nedeniyle ve onlara nasıl gidecekleri ve Yaradan ile Dvekut’a [bağlanma] nasıl ulaşacakları konusunda rehberlik eden bilgelere olan inanç yoluyla yapanlar, “Tora’nın aklı” olarak adlandırılan içsel zihinle ödüllendirilirler ve görüşü alma kapları olduğu için, orada sabote eden meleğin görme olanağının olmadığı olduğu kabul edilir.
Bu nedenle bilgelerimiz, “Bir kere sabotajcıya izin verildiğinde, o iyi ile kötü arasında ayrım yapmaz.” dediler. Bunun, sabotajcıya izin verildiğinde iyi kabul edilen, ihsan etmek için almakla uğraşanlara bile, almakla uğraştıkları için, iftira atabileceği anlamına geldiğini yorumladık. Bu nedenle onlar da, Sitra Ahra’nın hiçbir tutunuşunun olmadığı ihsan etme kapları olan Bina’ya girerler. Bu, sabote eden meleğin gemide kimin olduğunu görememesi olarak kabul edilir, çünkü o yalnızca iftira atabileceği ve suçlayabileceği alma kaplarına tutunabilir.
Ama gemiye, bir ihsan etme kabı olan Bina’ya, giren biri, Sitra Ahra (kötü eğilim) onları görmez. Yani, Sitra Ahra’nın çalışmaya karşı savunduğunu anlamayı mümkün kılan ortak bir dilleri yoktur.
Kişi mantık üstü, inanç, olarak kabul edilen ihsan etme yolunda yürüdüğünde inanç noktasına kadar Sitra Ahra onunla tartışabilir. Fakat kişi inanç gemisine, mantık ötesine, girer girmez Sitra Ahra inanç kapısında kalır ve devam edemez.
On Sefirot’un Çalışılması’nda (Bölüm 14) yazıldığı gibi: “Bu Bina, hala Roş’tan [baş] (bütünlük anlamına gelir) yoksun olarak kabul edilmez çünkü Bina, Tzimtzum’un [kısıtlama] herhangi bir gücünden ıstırap çekmez.” Bu demektir ki Bina, bir ihsan etme kabı olan merhameti arzulayan olarak kabul edildiğinden, kendisi için hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve mantık ötesinde yapabileceği herhangi bir şeyde, verecek bir şeyi olduğunu hisseder. Yani, Tzimtzum’a “eksiklik” denir ve eksiklik her zaman kişinin bir şeyi alma arzusundan kaynaklanır. Alması gerekiyorsa ve biri müdahale ederse, yani veren kişi, “Evet, sana vereceğim ama sadece benim şartlarımla. Şartlarımı kabul edersen, alacaksın. Aksi takdirde almayacaksın.” der. Burada müdahaleler için yer vardır.
Yani, alıcı verenin gerekli bulduğu şartları karşılamaya uygun değilse o zaman veren eksiktir. Yani, verenin şart koştuğu koşullara “sınırlamalar ve kısıtlamalar” denir ve alıcı bu koşulları karşılamaya her zaman istekli değildir.
Ama verenden hiçbir şey almak istemezse verenin sadece kısıtlamalara göre vermek istemesini önemsemez çünkü verenin vermesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Buna Bina denir, ihsan etme kabı. Vermek ve hiçbir şey almamak ister.
Bununla birlikte, burada vermek ve hiçbir şey almamak isteyen Bina’da büyük bir derinlik var. Burada, altta olan, veren, tarafında zaten bir koşul vardır. Yani, alttaki ihsan etmek istemekle der ki “Sadece Sana sunacağım şarta göre Sana ihsan etmeye hazırım. Yoksa Sana hiçbir şey veremem.” Koşul nedir? “Senin gerçekten önemli olup olmadığını görmek istiyorum. Ve sadece önemli de değil, Sana her şeyi verebilmeyi ve kendim için hiçbir şey bırakmayıp ‘tüm kalbinle ve tüm ruhunla’yı yerine getirmeyi, bunu Sana ancak Senin yüceliğini ve önemini hissetmem şartıyla verebilirim. O zaman her şeye hazır olacağım. Aksi takdirde, benden istediğini Sana veremem.”
Bu demektir ki kişi Yaratan’ın büyüklüğünü hissetmediği zaman beden O’nun önünde “tüm kalbinle ve tüm ruhunla” ilga olamaz. “Sadece Senin önem ve büyüklüğünü görmem koşuluyla Senin için çalışmayı kabul ediyorum.” diye bir koşul sunarak aslında o zaten Yaratan’dan – Yaratan’ın büyüklüğünü – edinmek istemektedir yoksa tüm kalbiyle çalışmak istemeyecek. Dolayısıyla kişi zaten sınırlıdır ve gizliliğin yönetimi altına koyulmuştur ve ihsan etmekten başka hiçbir şey istemediğini söyleme özgürlüğü yoktur. “Tüm işlerin Yaratan uğruna olacak”ı yerine getirmeden önce bir şey istediği için bu gerçek değildir. Yani, önce Yaratan’ın büyüklüğünü almak ister ve sonra Yaratan’ın önünde ilga olacağını söyler. Elbette buna Bina denmez çünkü Bina merhamet arzular ve hiçbir şey istemez, o ise istemektedir.
Bu demektir ki niteliği merhamet arzulamak olan Bina, yani hiçbir şey almaya ihtiyacı yoktur, dolayısıyla özgürdür çünkü sadece almak isteyen biri sınırlıdır ve diğerlerinin görüşüne bağlıdır. Eğer kişi gözleri kapalı gidiyor ve bir büyüklüğe ya da başka herhangi bir şeye ihtiyaç duymuyorsa, buna “özgürlük” denir.
Ancak Bina niteliğine ulaşmadan önce bunun çok iş olduğunu bilmeliyiz. Yani hissiyle ve aklıyla azla yetinmek ve payıyla, sahip olduğuyla, mutlu olmak. Bu kişi payından memnun olduğu için her zaman bütünlük içinde olabilir.
Fakat bu niteliği henüz elde etmemişse ve alma arzusunun üstesinden gelemediğini görüyorsa kişi ne yapabilir? O zaman, kendisine yardım etmesi için Yaradan’a dua etmelidir ki çalışmada gözü kapalı gidebilsin ve hiçbir şeye ihtiyaç duymasın ve Yaradan için her şeyi yapabilsin, bedenin buna karşı koymasına rağmen.
Yani, Yaratan’a kendisine nasıl yardım etmesi gerektiğini söylemez. Aksine, Yaratan’ın önünde koşulsuz olarak kendisine boyun eğdirmeli ve iptal olmalıdır. Fakat bedenini yenemediği için, Yaradan’dan eğilime karşı savaşı kazanmasına yardım etmesini ister zira alçaklığını anlar.
Bu nedenle, Yaradan’dan kendisine merhamet etmesini ister çünkü o diğer insanlardan daha kötüdür. Onlar Yaradan’ın hizmetkârı olabiliyorlar, o ise onlardan daha kötüdür. Öz-sevgi içinde alma arzusuna hepsinden daha çok sahip olduğunu görür. Bu nedenle, bu kadar alçak olabildiği için kendinden utanır. Bu nedenle, Yaradan’dan kendisine merhamet etmesini ve onu kötü eğilimin yönetiminden kurtarmasını ister.
Yine de diğer insanlardan daha önemli olduğu için yardım istemiyordur. Daha ziyade, diğer insanlardan daha kötüdür çünkü alma arzusu daha gelişmiştir ve onun içinde daha şiddetli bir şekilde işler.
Ancak, Yaradan’ın büyüklüğüne dair daha fazla bilgi verilmesini ve böylece kötülüğün yönetiminden çıkabilmeyi, istemez. Bu doğru olmasına rağmen Yaradan’a, O’na koşullar sunmak istediğini ve ancak o zaman O’nun önünde iptal olacağını söylemek istemez. Aksine, az anlayışla ve az duyguyla kalmayı kabul eder, şu anda sahip olduğundan daha fazlası değil. Ama üstesinden gelme gücü olmadığı için, Yaradan’dan ona üstesinden gelme gücünü vermesini ister, beyin, akıl veya duygu değil.
Kişinin Yaradan’a verdiği herhangi bir tavsiye, şart koşuyormuş gibi görünür, sanki kişinin bir statüsü ve görüşü varmış gibi. Ama kişinin Yaradan’a şartlar sunması ve “Bana mesela çalışmada iyi bir tat verirsen, Senin için çalışabilirim. Aksi takdirde yapamam.” demesi kişinin küstahlığıdır. Bunun yerine, “Kendimi hükümsüz kılmak ve kayıtsız şartsız teslim olmak istiyorum, sadece öz-sevgiden gerçekten çıkabilmek ve Efendi’yi ‘tüm yüreğinle’ sevebilmek için bana güç ver.” demeli.
Bir kişi şartlar koyuyorsa bu, kişinin alçaklığına işaret etmez. Aksine bu, kişinin kendini değerli ve gururlu gördüğünü gösterir. Sanki şöyle diyor: “İnsanların geri kalanı akılsızdır; onlar Senin için çalışabilirler. Ama ben diğer insanlar gibi değilim; Yahudi olmanın ne demek olduğunu ve Yaradan çalışmasının ne olduğunu daha iyi biliyorum.” Bu nedenle, Yaradan’a, ona kendi anladığı gibi davranması gerektiğini söyler, Yaratan’ın anladığı gibi değil.
Buna göre, Zohar’ın üç izlenim getirdiği üç çizgi meselesini anlayabiliriz: 1) Tatlı su ve Kutsallığın tersi, acı su. “Sağ”ın bütünlük anlamına geldiği bilinmektedir, Baal HaSulam’ın Tav-Şin-Gimel’deki [1942-43] makalesinde kişi mantık ötesi tam olduğuna inanmalıdır diye yazdığı gibi. Tamın tersi şudur ki Sitra Ahra gelip ona tüm eksiklikleri, Yaradan’ın yolunu nasıl takip etmediğini gösterir, böylece kişiyi üzüntü durumuna sokar, o kadar ki savaştan kaçmayı diler. O zaman sadece zaman öldürmek ister ve her şeyi siyah görür.
2) “Sol çizgi” kişinin kendi gözlerine göre gerçekte neye benzediğini, bütün mü eksik mi, görmek için mantık dâhilinde iç gözlem yapmak istediği zamandır. Kendisini bu incelemeye hazırladığı ve şimdi Efendi’yi kalp ve ruhla sevmesine yardım etmesi için Yaradan’a dua etmek istediğinden dolayı sol çizgiye geçtiği için buna “berrak su” denir, zira burada atık veya karışım yoktur. Aksine, Yaradan’a dua edebileceği bir yer bulmak ister.
Bunun tersine, Kutsallığın tersi şikâyetlerle gelir ve onun iyi olduğunu ve dua edecek bir şeyi olmadığını görmesini sağlar. Buna “bulanık su” denir çünkü “berrak” orada karışım olmadığı anlamına gelir. Yani, kendi görüşüne ve aklına göre gördüğü gibi gerçeği görür. Yanıldığını ve Yaradan’ı “tüm yüreğinle” sevmekle ödüllendirilmesine yardım etmesi için Yaradan’a dua etme gücüne ve arzusuna sahip olduğunu görür. O sırada Kutsallığın tersi gelir ve ona iyi olduğunu ve dua edecek hiçbir şeyi olmadığını söyleyerek oraya yalan karıştırır. Bu bulanık sudur, yalanın karıştığı yerdir, şu bakımdan ki onun iyi olduğunu ve dua edecek hiçbir şeyi olmadığını söylerler.
Zohar’ın “Barış suyu vardır ve Kutsallık ve orta çizginin tersi olan kavga suyu vardır.” dediğini de yorumlamalıyız. Yasa, orta çizginin iki çizginin birleşimidir: Zira Kutsallığın sağ çizgisi bütünlüktür ve sol çizgi kişinin mantık dâhilinde eksik olduğunu gördüğü anlamına gelir. Tam tersine, kişi eksikliklerle doludur.
Bu nedenle orta çizgi iki çizgiden oluşur. Yani, ona koşulunu, mantık dâhilinde ona nasıl göründüğünü gösteren mantığa sahip olmadan önce mantık üstü gitmek imkânsızdır. Sonra denebilir ki aklın onu yapmaya mecbur ettiğine bakmıyor. Aksine, aklın üstüne çıkar ve bilgelere, bilgelerin kendisine söylediklerine, inanır ve kendi aklını kullanmaz.
Fakat ona bir şey söyleyecek aklı ve mantığı yoksa mantık ötesi gittiği söylenemez. Bu nedenle orta çizgiye “barış” denir zira iki çizgiye ihtiyacı vardır. Yani iki zıt çizgisi var ve her ikisine de ihtiyacı var.
Ama neden buna “barış” denir? İki çizgisi birden olduğunda sağ çizgiyi sol çizginin üzerinde yükseltmelidir, diye yorumlamalıyız, Zohar’da yazdığı üzere. Bu demektir ki bütünlük çizgisi mantık ötesinde, sol çizgide, inşa edilir ve bununla Yaradan’ı sevme arzusunu ediniriz. Bu, mantık ötesinin Segula’sıdır [erdem/deva].
Bu Baal Hasulam’ın söylediği gibidir, Yaradan mantık ötesinde O’na hizmet etmemizi ister, Yaradan bu yolu seçti çünkü yaratılan varlıkların Dvekut ile ödüllendirilmesinin en başarılı yolu budur ve o zaman onlar barışla ödüllendirilirler. Bu, şöyle yazdığı gibidir: “Efendi Tanrı’nın söyleyeceklerini duyacağım, çünkü O, halkına ve takipçilerine barıştan söz edecek ve budalalığa dönmelerine izin vermeyecek.” (Mezmurlar 85). Bundan şu sonuç çıkar ki iki çizginin birleşmesine “barış” deniyor ve bu Kutsallıktaki orta çizgidir.
Tersine, Kutsallığın tersine “kavga suları” denir, çünkü “kavga suları” denilen uzatmamaları gerekeni kendilerine uzattılar ve bunun içinde kirlendiler. Bu, Kutsallığın tersinin sol çizgiyi sağ çizginin üzerine yükselttiği anlamına gelir, yani Kutsallığın tam tersini söyledi.
Kutsallığın yolu, “mantık üzeri”nin söylediğine direnen “mantık dâhilinde” ye ihtiyacımız olmasıdır. Sol çizgiyi kullanmaları ve onunla meşgul olmaları gerekmesinin nedeni, sol çizgide yürümek ve onu dinlemek istemeleri değildir. Aksine, mantık ötesi gitmek için yer açmak için mantığı kullanmaları ve onunla ilgilenmeleri gerekmektedir. Ama Kutsallığın tersi ne yaptı? Sol çizgiyi sağ çizgiyi kontrol etmek için, yani mantık dâhilinde gitmek için uzattılar.
Bu gerçek Tuma’a [kirlilik/saf olmama], çünkü çalışmada Tuma’a “kalbin ağırlığı” olarak adlandırılır. Yani alma arzusu kalbi bloke eder, böylece Kutsallık form eşitsizliği nedeniyle kalbe giremez. Böylelikle, Yaradan’ın onlara neden haz ve zevk vermediği konusunda Yaradan’la bir tartışma çıktı ki bu barışın tam tersidir. Bu nedenle mantık ötesi inançla gitmeye çalışmalıyız.