Benzer bir şekilde manen hareketsiz seviyede olan insanlarda kişisel arzu eksikliği vardır. Sadece Yaratan’ın arzuları onları yönlendirir ve doğaları gereği Yaratan tarafından içlerine program olarak yüklenmiş bu yönlendirmeyi titizlikle, yarı bilinçli şekilde ve dikkatle takip etmeliler.
Dolayısıyla, Yaratan’ın kişilerin doğalarını kendi nedenlerinden dolayı bu şekilde oluşturmasına rağmen, insan bu manevi seviyedeyken kendisinden başka hiç bir şeyi algılayamaz ve sonuç itibariyle başkaları için bir şey yapamaz, sadece kendisi için çalışabilir. Bu yüzden bu seviyede gelişime hareketsiz, cansız seviye denir. Daha yüksek seviyede bir gelişimi bitkilerin doğasında görebiliriz. Yaratan bu gruba ait varlıklara hareketsiz seviyedeki objelere nazaran daha büyük zevk alma arzusu verdiğinden, bitkilerde ihtiyaçlarını karşılama gerekliliğinden hareket etme ve büyüme ihtiyacı oluşmaktadır. Ancak bu büyüme hareketi kişisellikten ziyade grubun özelliğidir. Bitkisel seviyenin arzularına ait olan kişilerde, Yaratan’ın tayin ettiği programdan bir dereceye kadar bağımsız davranma kapasitesi söz konusudur. Yaratan doğanın tüm yapısını egoizmin temelinden oluşturduğundan, yani, kişisel doyum isteğiyle, bitkisel seviyedeki kişiler içlerine önceden işlenmiş programdan kendilerini uzak tutarak başkalarına yönelik düşünceli davranmaya başlarlar, sanki doğaya aykırı gibi. Ancak dünyamızda bitkilerin her yöne doğru büyümelerine ve bir dereceye kadar hareket etme özgürlükleri olmalarına rağmen, hareketleri hala kolektif sayılır zira tek bir bitki gerekli arzudan mahrum olduğu için tek başına hareket etmeyi idrak edemez. Benzer şekilde, bitkisel seviyeye ait olan bir kişi tek başına toplumsal ve kolektif normlardan ve yetiştirilişinin çerçevesinden çıkacak kapasiteye sahip değildir. Tam tersine, diğer “bitkisel” seviyeye ait gelişimdeki çevresinin “bitkisel” değer ve kurallarını korur. Dolayısıyla, tıpkı bitki gibi, kişinin bu seviyede kişisel ve ayrı bir hayatı yoktur. Hayatı toplumunun bir parçasıdır ve kendisine benzeyen kişiler arasında yaşar. Tüm bitkilerde ve bu seviyeye ait insanların hepsinde herkes için kişisel bir hayattan ziyade ortak bir hayat vardır. Tüm bitkiler genel olarak tek bir bitkisel organizmaya benzetilebilir, her bitki bu bedenin bir dalı gibidir. Manevi “bitkisel” seviyeye ait olan insanlarda bu örneğe benzetilebilir. Bazen egoist doğalarından sapma gösterseler de, her halükarda, manevi gelişimleri az olduğundan, çevrelerinin yasaları çerçevesinde kalırlar. Kişisel arzuları yoktur, dolayısıyla topluma ve yetiştirilişlerine karşı koyacak güçleri de, bazı durumlarda basit doğalarına karşı koyup başkalarına fayda sağlasalar da, yoktur. Manevi gelişim derecelerinde, bitkisel seviyeyi hayvansal seviye izler. Hayvansal seviye Yaratan’ın bu seviyeye verdiği arzulardan dolayı, bu seviyeye ait olan insanlar başkalarından bağımsız olarak hareket etmekten haz duyarlar ve arzularını tatmin etmek için, bitkisel seviyeye nazaran, bağımsız olarak düşünebilirler. Her hayvanın çevresine bakmaksızın bağımsız bir karakteri ve hisleri vardır. Sonuç olarak, bu gelişim seviyesindeki bir kişinin egoist eğilimlerine, diğer kişilere nazaran, daha fazla karşı koyup başkalarına fayda sağlama yeteneği vardır. Ancak, kolektiften bir derece daha fazla bağımsızlık kazanmasına ve kişisel bir hayattan zevk almasına rağmen, toplumun görüşleriyle koşullaşmamasına rağmen, hala kendisinden başka kimseyi hissedememektedir. İnsan seviyesinde var olan bir kişi, yani konuşan diye adlandırılan, doğasına ve kolektife aykırı (bitkisel seviye gibi değil) davranma yeteneğine sahiptir; arzularının seçimi açısından tümüyle toplumdan bağımsızdır; başka yaratılışlar için hisleri olup onları düşüne bilen, acılarına ilişkin kendilerini iyileştirmelerine yardımcı olabilir; hayvanların tersine, geçmişi ve geleceği hissedebilir ve dolayısıyla merkezi bir amacı öngördüğünden ona göre hareket edebilir. Bahsi geçen tüm dünyaları ve aşamaları Yaratan’ı (O’nun ışığını) bizden gizleyen bir dizi perde, ekran olarak düşünebiliriz. Kişisel doğamızı yenmek için manevi gücümüzü geliştirdikçe, her güç, her sonraki perde, sanki önceden hiç yokmuşçasına kaybolur. Aşağıdaki hikâye manevi gelişimimizin perdeleri kaldırmaktaki aşamaları ve Yaratan’la bir bütün olarak nasıl yaşamayı açıklamaktadır. Yalnız Kalamayan Ve Her Şeyi Yapabilecek Güce Sahip Olan Sihirbaz Büyükler İçin Bir Masal. Neden sadece yaşlıların hikâye ve efsaneler anlattığını bilir misiniz? Çünkü efsaneler dünyadaki en dâhice şeyler! Dünyadaki her şey değişiyor, ama sadece gerçek efsaneler kalıcıdır. Efsaneler bilgeliktir ve efsaneleri anlatabilmek için kişinin çok bilgisi olması ve başkalarının göremediklerini görmesi gerekir. Dolayısıyla, kişinin çok yaşamış olması gerek. Bu yüzden sadece yaşlı insanlar efsaneleri anlatır. Tıpkı en efsanevi ve büyüleyici kitapta yazdığı gibi, “Yaşlı bir insan bilgelik edinmiş bir insandır!” Çocuklar efsaneleri dinlemeye bayılır çünkü hayal güçleri ve akılları, sadece başkalarının gördüklerini değil, her şeyi canlandırabilir. Eğer bir çocuk büyür ve hala herkesin göremediklerini görürse, akıllı ve bilgeli olur, yani “erdemliliği edinir”. Ve başkalarının göremediklerini gördüğü için, hayalin gerçek olduğunu bilir. Bir çocuk gibi kalır, “erdemli bir çocuk”, tıpkı en eski ve büyüleyici kitap olan “Zohar’da” yazdığı gibi. Bir zamanlar bir sihirbaz varmış, çok yüce, asil ve iyi kalpli tıpkı tüm çocuk masallarında yer alan o iyi niteliklere sahip ancak çok iyi kalpli olduğundan, kiminle paylaşacağını bilememekteymiş sevgisini verebileceği hiç kimse yokmuş, oyun oynayacağı, zaman geçirebileceği, düşünebileceği ve aynı zamanda istenmek ihtiyacı da varmış, çünkü yalnız olmak çok üzücü bir şey. Ne yapsın? Bir taş yapmayı düşünmüş, sadece küçük bir tane ama çok güzel bir taş, belki de bu üzüntüsüne cevap olur. “Taşı okşar ve sürekli yanımda bir şey olduğunu hissederim ve ikimizde kendimizi iyi hissederiz, çünkü yalnız olmak çok üzücü bir şey.” Sihirli değneğini salladı ve tam arzuladığı gibi bir taş oluştu. Taşı sevmeye, ona sarılmaya ve onunla konuşmaya başladı, ama taş hiç karşılık vermedi. Soğuk yapısını muhafaza etti ve karşılığında hiç bir şey yapmadı. Sihirbaz taşa ne yaparsa yapsın, aynı hissiz varlık olmaya devam etti. Bu sihirbaza hiç uymadı. Taş nasıl olurda hiç karşılık vermez? Biraz daha taş yaratmayı denedi, sonra kayaları, tepeleri, dağları, toprakları, Dünyayı, Ayı ve Galaksiyi. Ama hepsi aynıydı hiç bir şey. Hala kendisini yalnız ve üzgün hissediyordu. Üzgünlüğünde, taş yaratmaktansa, güzel açacak bir bitki yaratma fikri geldi aklına. Onu sular, biraz hava verir, biraz güneş, biraz müzik çalar… Ve o zaman bitki mutlu olur. O zaman ikisi de mutlu olur, çünkü yalnız olmak çok üzücü bir şey. Sihirli değneğini salladı ve tam istediği gibi bir bitki oluştu. O kadar mutlu oldu ki etrafında dans etmeye başladı, ama bitki hiç kıpırdamadı, onunla dans edip onu izlemedi. Sadece sihirbazın kendisine verdiği basit özellikler dâhilinde karşılık verdi. Ona su verince büyüdü, vermeyince soldu. Tüm kalbini vermek isteyen bir sihirbaz için bu yeterli değildi. Bir şeyler daha yapmalıydı, çünkü yalnız kalmak çok üzücü bir şey. Sonra bir sürü farklı boylarda, çeşitlerde bitki çeşidi yarattı, ormanlar, kırlar, meyve bahçeleri, korular. Ama hepsi tıpkı ilk bitki gibi davrandılar ve tekrar üzüntüsüyle birlikte yapa yalnız kaldı. Sihirbaz derinden derinden düşündü. Ne yapmalı? Bir hayvan yarat! Ne tür bir hayvan? Bir köpek? Evet, sürekli onunla olacak şirin bir köpek. Onu yürüyüşlere çıkartır ve oyunlar oynayabilir. Evine geri geldiğinde (aslında kalesine, ne de olsa bir sihirbaz), köpek onu görmekten o kadar mutluluk duyar ki koşarak onu karşılamaya gelir. İkisi de çok mutlu olurlar, çünkü yalnız olmak çok üzücü bir şey. Sihirli değneğini salladı ve tam istediği gibi bir köpeği oldu. Köpeğine bakmaya başladı, yedirdi, içirdi ve sevgi gösterdi. Hatta onunla koşturup oyunlar oynadı ve yıkadı. Ama bir köpeğin sevgisi sahibinin yanındayken ölçülür. Onunla oynayıp her yere gelse bile sihirbaz köpeğinin karşılık verememesine çok üzülür. Bir köpek onun gerçek dostu olamaz, onun için yaptıklarının değerini bilemez, düşüncelerini anlayamaz, arzularını ve onun için nelere katlandığını. Ama sihirbazın istediği buydu. Diğer hayvanlar yarattı: balıklar, kuşlar, memeli hayvanlar, ama ne çare – hiç birisi onu anlamadı. Yalnız kalmak çok üzücüydü. Sihirbaz oturup iyice bir düşündü. Sonra gerçek bir dosta sahip olabilmesi için, onun sihirbazı araması gerektiğini fark etti, sihirbazı çok isteyen birisi olmalıydı, sihirbaz gibi olan birisi, onu sevebilecek, anlayabilecek ona bezeyen ona ortak olacak. Ortak? Gerçek bir dost? Ona yakın olması gereken birisi olmalı, sihirbazın verdiklerini idrak edebilecek birisi, her şeyi geri verebilen birisi. Sihirbazlarda sevmek ve sevilmek isterler. O zaman ikisi de mutlu olur, çünkü yalnız kalmak çok üzücü. Sihirbaz sonra bir insan yaratmayı düşündü. Ona gerçek bir dost olabilecek! Kendisine benzeyen birisi… Sadece kendisine benzemesi için biraz yardıma ihtiyaç duyacak birisi. O zaman ikisi de kendisini iyi hissedebilir çünkü yalnız olmak çok üzücü… Ama önce ikisinin de iyi hissedebilmesi için, önce insan kendisini yalnız ve sihirbaz olmadan mutsuz hissetmeli… Sihirbaz tekrar sihirli değneğini kullandı ve uzakta bir insan yarattı. İnsan tüm tepelerin, dağların, kırların, bitkilerin ve ayın, yağmurun, rüzgârın vs. dopdolu bir dünya ve hatta bilgisayarların ve futbolun olduğu ve kendisini hiç eksiksiz ve iyi hissettiği bu yerin bir sihirbaz tarafından yaratıldığını hissetmedi. Öteki taraftan sihirbaz ise, hala yalnız olduğu için üzgündü. İnsan kendisini yaratan, seven ve onu bekleyen ve beraberliklerinden mutluluk duyacaklarını söyleyen, çünkü yalnız olmak çok üzücü, bir sihirbazın varlığından habersizdir. Ama tatminlik duygusu içinde olan, her şeye sahip olan, hatta bilgisayar ve futbolu bile olan bir insan, sihirbazdan habersiz olup da onu aramayı isteyebilir, tanımaya başlayabilir, onu sevip dostu olup şöyle diyebilir: “Gel, ikimizde iyi hissedeceğiz, çünkü sensiz yalnız olmak çok üzücü.” Kişi sadece etrafında olan bitenlerden haberdar olup çevresindeki insanların yaptıklarını yapar, onların konuştukları şeylerden konuşur, onların istediklerini ister, etrafındakileri gücendirmekten kaçınır ve isteklerini kibarca dile getirir, bir bilgisayar, futbol. Nasıl olurda yalnızlıktan mutsuz olan bir sihirbazdan haberdar olabilir. Ancak sihirbaz iyi kalpli olduğundan sürekli insana dikkat eder ve zamanı gelince… Sihirli değneğini kullanır ve insanın kalbine çok sessizce seslenir. İnsan bir şey aradığını sanır ve sihirbazın kendisini çağırdığını fark etmez, “Gel, ikimizde iyi hissedeceğiz, çünkü sensiz yalnız olmak çok üzücü.” Sonra sihirbaz tekrar değneğini sallar ve insan onu hisseder. Sihirbazı düşünmeye başlar, beraber olmanın ne kadar iyi olacağını, çünkü sihirbazsız yalnız olmak çok üzücü. Bir kez daha değneğini sallar ve insan sihirli bir kalenin kulesinin iyiliklerle dolu olduğunu ve belki de sihirbazın orada beklediğini ve sadece orada iyi hissedeceklerini hisseder, çünkü yalnız olmak çok üzücü… Peki, ama nerede bu kule? Oraya nasıl ulaşabilir? Hangi yönde gitmeli? Kendisine sormaya başlar, aklı iyice karışır, sihirbazla nasıl tanışabilir. Sürekli sihirli değneğin etkisini kalbinde hissetmektedir ve bir türlü gözlerine uyku girmemektedir. Sürekli sihirbazı ve sihirli kuleleri görmektedir ve iştahını bile kaybetmiştir. Kişi birçok arzuladığı bir şeyi bulamayınca kendisini böyle hisseder ve yalnız olmak da çok üzücüdür. Ama sihirbaz gibi erdemli, asil, iyi kalpli, sevgi dolu ve yüce bir dost olabilmek için sihirli değneği sallamak yeterli değildir, insan mucizeleri yapmayı kendi öğrenmelidir. Bu yüzden, sihirbaz gizlice ve çok hafifçe, fark edilmeden, kişiyi en sihirli ve eski kitap olan Zohar’a getirir… Ve ona yüce kulelere giden yolu gösterir. İnsan sihirbazla, dostuyla buluşabilmek ve ona “Gel, ikimizde iyi hissedeceğiz çünkü yalnız olmak çok üzücü” diyebilmek için elinden geldiğince hızlı çalışır. Ancak kulenin etrafında sihirbazla insanı ayıran yüksek bir duvar ve insanı püskürtmek için nöbet tutan bir sürü muhafız vardır. İnsan umutsuzluğa kapılır, sihirbaz kilitli kapıların arkasında kulede gizlenmektedir, duvarlar yüksek ve muhafızlar kararlılıkla insanı geri püskürtüp, sihirbazla insanın beraber olmalarına engel olmaktadırlar, hiç bir şey geçememektedir. Ne olacak şimdi? Nasıl beraber olup iyi hissedebilirler, çünkü yalnız olmak çok üzücü? İnsan her zayıf düştüğü ve çaresizliğe kapıldığı anda, birden sihirli değneğin etkisini hisseder ve ne olursa olsun tekrar duvara koşup muhafızları aşmaya çalışır! Kapıları yıkıp geçmek ve kuleye ulaşıp merdivenin basamaklarından çıkarak sihirbaza ulaşmak ister. Ve her kendini ileri atıp kuleye ve sihirbaza yaklaştığında, muhafızlar daha da inatçı, güçlü ve merhametsizce kişiyi geri püskürtür. Ancak her defasında insan daha cesur, güçlü ve erdemli olur. Sadece bir sihirbazın yapabileceği birçok hile ve numara geliştirir kendisi için. Her geri itilişinde, sihirbaza ulaşmayı daha çok istemektedir, sihirbazın kendisine olan sevgisini daha çok hisseder ve sihirbazla beraber olmaktan başka dünyada hiç bir şeyi istememektedir, onun yüzünü görmek, çünkü beraber olmak iyi olacak, ve dünyadaki her şey kendisine verilse bile, sihirbaz olmadan kendisini yalnız hisseder. Sonra, artık onsuz olmaya dayanamadığında, kulenin kapıları açılır ve sihirbaz, onun sihirbazı kendisine doğru koşar ve der, “Gel, beraber iyi olacağız, çünkü yalnız olmak çok üzücü.” Ve o andan beri, sadık dost oldular, birbirlerine yakın ve insanlar arasında bundan daha büyük ve sonsuzluğa açılan bir mutluluk yoktur. Beraber kendilerini o kadar iyi hissederler ki, arada sırada bile eski yalnızlıklarından kaynaklanan hüzünlerini hatırlamazlar… Perdelerin dizisi Yaratan’ı bizden gizler. Bu perdeler kendi içimizde ve ruhumuzda bulunmaktadır. Ancak, kendimiz ve ruhumuzun dışında var olup parazit yapan tüm etkenler Yaratan’ın Kendisidir. Dışımızda var olanların sadece çok küçük bir kısmını perdemizden süzerek algılayabilmekteyiz. Dışımızda geriye kalan her şey algımıza girmeden kaybolmaktadır. Aynı şekilde, bu dünyada da sadece gözümüzün iç yüzeyine yansıyan şeyleri görüş alanımıza girdiği zaman görmekteyiz. Manevi dünyalarla ilgili bilgimiz Kabalistlerin ruhlarının algı ve duyuları tarafından edinilip bizlere aktarılmasından ibarettir. Ancak, onların edinimleri de manevi öngörüşleriyle sınırlıydı. Dolayısıyla, bildiğimiz tüm manevi dünyaların varlığı sadece ruhlara yönelik mevcuttur. Yukarıda yazılanlardan sonra diyebiliriz ki, tüm yaratılış üç parçaya ayrılabilir: YARATAN: O’ndan bahsedemeyiz, çünkü sadece manevi öngörüşümüzün alanına giren ve engelleyici perdelerden sızan olayları yargılayabiliriz. YARATILIŞIN AMACI: Bu bizim başlangıç noktamız, buradan Yaratan’ın tasarımını inceleyebiliriz. Bazıları, yaratılışın amacının özünde yaratılanları mutlu etmek olduğu tartışması yer almaktadır. Yukarıdaki cümleden başka bir şey yazmamız bilgi yetersizliğinden dolayı mümkün değildir. Yaratan, etkisinin bizim üzerimizde mutluluk olarak hissedilmesini arzuladı ve bu yüzden duyularımızı öyle yarattı ki bu hazzı hissedebilelim. Ancak tüm algılarımız ruhlar tarafından hissedildiği için, bu konuyu dünyaları algılayanlarla ilişkilendirmeden konuşmak son derece mantıksız olur, bunun en basit nedeni ruhu algılamadan diğer dünyaların var olmadığıdır. Aslında Yaratan’la aramızda olan bu engelleyici perdeler dünyaları temsil etmektedir. Olam kelimesi alama kelimesinden türemedir ve gizlilik demektir. Dünyaların var olmasının tek sebebi Yaratan’ın yansıyan ışığının ruhlara küçük bir miktarda mutluluk (ışık) verebilmesi içindir. RUHLAR: Bunlar Yaratan tarafından yaratılıp kendisini bağımsız olarak var olan hissini taşıyan varlıklardır. Ancak, bu his tümüyle düşsel olup ruha aktarılışı bireyselliktir, bu özellikle Yaratan tarafından böyle tasarlanmıştır. Gerçekte bizler O’nun önemli bir parçasıyız. Kişinin tüm yolu ilk aşamadan son aşaması olan Yaratan’la bütün nitelikleriyle tümüyle bütünleşene kadarki süreç beş aşamaya ayrılabilir ve her bir aşamada tekrar beş alt kademeye ayrılır. Toplamda 125 aşama mevcuttur. Her insan belirli aşamada aynı hisleri ve etkileri yaşar, sanki tüm insanların onunla aynı safhada ve aynı ruhani algıyı taşıyormuş gibi ve dolayısıyla o derecedeki herkes gibi hisseder kendisini. Benzer şekilde, bizim dünyamızda var olan herkesin aynı duyu organlarına sahip olup aynı şekilde algılayıp da manevi dünyaları hissetmediği gibi. Yukarıda yazılanlar doğrultusunda, Kabala kitapları sadece yazarın seviyesine ulaşmış kişiler tarafından anlaşılabilir, zira o noktada yazar ve okuyan aynı hisleri paylaşmaktadırlar, tıpkı bu dünyayla ilgili yazan yazar ve aynı şeyleri yaşayan okuyucular gibi. Yaratan’la bütünleşmeden edinilen yakınlığının algılanması, manevi yükseliş ve aydınlanma, O’nun arzularının, hükmünün ve yasalarının anlaşılmasından, Yaratan’ın ışığı olarak adlandırılan, O’nun algılanması – tüm bunlar ruh tarafından manevi dünyalarda edinilir. Yaratan’a olan yakınlıklaşma hissi kişinin manevi ilerleyişinde zamanla edinilir. Yaratan’ın ışığının yolumuzun her aşamada yeni bir ışık olarak algılanmasının sebebi budur. Sadece bizim dünyamızı algılayanlar için, Kutsal Kitaplar sadece bir dizi kural ve tarihsel olaylarmış gibi geçmektedir. Ancak, manevi yolda daha ileri aşamada olan kişiler, cisimlere verilen isimlerde ve dünyada olan olaylarda Yaratan’ın davranışlarını algılarlar. Tüm bu anlatılanlardan sonra açıkça görüyoruz ki yaratılışta iki katılımcı vardır: Yaratan ve yüce Yaratıcı tarafından yaratılan insan. İnsanın önünde ortaya çıkan her görünüm, bizim dünyamız ya da hatta üst dünyaların algısı bile, sadece Yaratan’ın görünümü ve gizliğinin, O’nun insana olan yaklaşımındaki bir safhasıdır. Manevi Seviyeler Yaratılışın tümü üç parametrenin fonksiyonu olarak anlatılabilir: Yaratan’ın arzu ve niyetiyle içsel olarak kontrol edilen; dünya, zaman ve ruh. DÜNYA: İnorganik olan tüm evren. Manevi dünyalarda bu inorganik seviyesindeki arzulara tekabül eder. RUH: organik olan her şey, buna insan dâhildir. ZAMAN: Sebep sonuç ilişkisiyle her ruhun ve insanoğlunun geneliyle olaylarla ilerlemesi, bu insanoğlunun tarihsel gelişimine neden olan olaylara benzetilebilir. VAR OLUŞUN KAYNAĞI: Her birimizde ve insanoğlunun genelinde olanların gelişiminin ve yaratılışın tümünün yönetim planıyla ilk olarak tayin edilmiş koşula getirmektir. Dünyaları ve içinde insanları yaratıp kendisine yakınlaştırmak amacıyla giderek varlığını, Kendi ışığını, bizim dünyamızı yaratmak için azalttı. Yaratan’ın varlığının aşamalı gizliliğine (yukarıdan aşağı doğru) dünyalar denir: ATZİLUT: Bu dünyada var olanlar Yaratan’la tümüyle bütünlük içerisindedir. BERİA: Bu dünyada olanların Yaratan’la bağları vardır. YETZİRA: Bu dünyada var olanlar Yaratan’ı algılayabilirler. ASSİYA: Bu dünyada var olanlar ya nerdeyse tümüyle ya da tümüyle Yaratan’ı algılayamaz. Bu seviyenin en alt kısmında bizim dünyamız vardır, en alt ve Yaratan’dan en uzak yer. Yukarıdaki tüm dünyalar birbirlerinden doğmuştur ve aslında bir nevi bir birlerinin bir nevi kopyalarıdır. Her alt dünya, yani Yaratan’dan bir aşama daha uzak olan, üstüne göre daha hamdır, ancak her halükarda bir önceki seviyenin kopyasıdır. Burada ilginç olan bir noktayı vurgulamalıyız, her dünya her dört parametrede kopyalanmıştır: dünya, ruh, zaman ve var oluşun kaynağı. Şöyle ki, bizim dünyamızdaki her şey daha önce üst dünyalarda olan süreçlerin sonucudur ve orada olan her şeyde daha önce olanlardan kaynaklanmaktadır, ta ki en üst seviyede bu dört faktör olan dünya, zaman, ruh ve var oluşun kaynağının bir bütün olarak Yaratan’ın içinde var olduğu noktaya kadar! Bu “yere” Atzilut denir. Yaratan’ın Atzilut, Beria, Yetzira ve Assiya dünyalarınca örtülmesine (O’nun bu dünyalarda yansıyan ışık ve perde yoluyla bize görünmesi) Kabala denir. Yaratan’ın Assiya yani bizim dünyamızdaki örtüsüne yazılan kutsal kitap denir. Ancak aslında Kabalayla bu dünyanın kutsal kitapları arasında bir fark yoktur. Her şeyin kaynağı Yaratan’dır. Başka bir deyişle, çalışmak ve yazılanlara göre yaşamak, ya da çalışıp Kabalaya göre yaşamak kişinin bulunduğu manevi dereceye bağlıdır. Eğer kişi bu dünyanın seviyesindeyse kişi kitabı ve bu dünyayı her şeymiş gibi görür. Ancak, kişi kendisini yükseltirse farklı bir görüntüyle karşılaşır, çünkü bu dünyanın örtüsü kalkar ve kaybolur ve geriye sadece Yetzira ve Beria dünyalarının örtüleri kalır. Sonra Yetzira seviyesine ulaşan birisi için kitaplar ve gerçek tümüyle farklı görünür. Bu noktada, kutsal kitaplarda anlatılan tüm hikâyeler, savaşlar ve bu dünyaya ait cisim ve hayvanlar, Kabalaya dönüşür – yani Yetzira dünyasının tarifine. Eğer kişi kendisini Beria ya da Atzilut dünyalarına daha da yükseltirse, o Kutsal kitaplarda yazılan olaylarla Kabala arasında hiç bir fark yoktur – manevi âlemlerin kutsal kitapları; aradaki fark ilgilenen kişinin edindiği manevi seviyedir. Aynı kitabı okuyan iki kişiden bir tanesi kitapta tarihsel hadiselerin anlatımını görür, bir diğeri ise, dünyalar üzerindeki yönetimin dile getirilişini, yani Yaratan tarafından nasıl algıladığını. Yaratan’ın tümüyle gizlendiği dünyada var olanlar Assiya dünyasında bulunmaktadır. Bu yüzden, sonunda, her şey bu kişilere iyi değilmiş gibi gelmektedir: dünyada sürekli ızdırap varmış gibi gelir zira Yaratan tümüyle gizli olduğu için daha farklı hissedemezler. Eğer herhangi bir mutluluk hissederlerse, bu kendilerine ızdırap çektikten sonra hissettikleri bir mutluluk olarak görünür. Sadece Yetzira seviyesini edindikten sonra Yaratan kişiye kendisini kısmen gösterip ödül ve cezayla nasıl dünyayı yönettiğini görmesini sağlar, bu şekilde kişide sevgi (ödüle dayalı) ve korku (cezaya bağlı) doğar. Üçüncü basamak –karşılıksız sevgi– kişinin Yaratan’ın kendisine hiç bir zaman zarar vermediğini sadece iyi davrandığını görmesiyle oluşur. Bu Beria seviyesine tekabül eder. Yaratan kişiye yaratılışın tüm gerçeğini ve yaratılış üzerindeki tüm yönetimini açtıktan sonra, kişide Yaratan’a yönelik mutlak sevgi oluşur, çünkü Yaratan’ın tüm yaratılanlara yönelik mutlak sevgisini görmeye başlar. Bu anlayış kişiyi Atzilut dünyasının seviyesine yükseltir. Dolayısıyla, Yaratan’la olan ilişkimiz O’nun davranışlarını anlayabilmemize ve bu Yaratan’ın kendisini kişiye ne kadar açtığına bağlıdır, çünkü yaratılışımız gereği Yaratan’ın davranışları bizi otomatikman etkilemektedir ve sadece bizi değiştirmesini talep edebiliriz. Yaratan’ın tüm yaptıklarının iyi olmasına rağmen, Yaratan’ın isteğine karşı davranıyormuş gibi gelen ve aslında Yaratan’dan kaynaklanan güçler vardır. Bu güçler O’nun davranışlarını eleştirmeye yöneltir ve dolayısıyla arı olmamış olarak bilinir. Her adımda, yolun başındaki ilk noktadan son ana kadar, Yaratan tarafından yaratılan ve bir birine karşıt olan iki güç vardır: arı ve arı olmayan. Arı olmayan güç içimizde kasten güvensizlik yaratır ve Yaratan’dan uzağa doğru iter. Ama eğer, bu arı olmayan güce aldırmazsak, Yaratan’dan bize yardım etmesi için ısrarlı davranırsak, Yaratan’la aramızdaki bağı güçlendiririz ve buna karşılık arı bir güç ediniriz ve bu şekilde kendimizi daha yüksek manevi bir boyuta yükseltiriz. Eş zamanlı olarak arı olmayan güç bizi etkilemeyi durdurur, çünkü işlevini yerine getirmiştir. 1. Basamak: Assiya dünyasının arı olmayan gücü oluşumların Yaratan’ın varlığının inkârıyla aşılamaya çalışır. 2. Basamak: Yetzira dünyasının arı olmayan gücü dünyevi oluşumların kişiyi ödül ve ceza mekanizmasıyla değil ama rast gele oluştuğuna ikna etmeye çalışır. 3. Basamak: Beria dünyasının arı olmayan gücü insanın içerisinde Yaratan’ın kişiye yönelik sevgisinin algılanmasını nötrleştirmek ister, buna karşılık kişi Yaratan’a yönelik sevgi için dua eder. 4. Basamak: Atzilut dünyasının arı olmayan gücü kişiye Yaratan’ın tüm yaratılanlara her zaman mutlak sevgiyle davranmadığını göstermeye çalışır, böylelikle kişinin Yaratan’a olan mutlak sevgisini engellemeye çalışır. Dolayısıyla, her manevi basamağa yükseliş, Yaratan’ın ortaya çıkması ve O’na yaklaşmaktan duyulan mutluluk, kişinin karşıt gücü düşünce ve arzularında aşması gerekmektedir. Sadece bundan sonra kişi bir sonraki seviyeye ulaşabilir ve manevi yolda bir adım daha atabilir. Söylenenlerden anlaşıldığı üzere manevi güçlerin türü ve dünyaların hissi, Assiya, Yetzira, Beria, Atzilut, karşısında bunlara paralel zıt güç türleri ve hisleri vardır, Assiya, Yetzira, Beria, Atzilut. İlerleyiş değişimli süreçle olur. Eğer kişi arı olmayan güçleri ve Yaratan tarafından gönderilen tüm engelleri aşabilirse, eğer Yaratan’dan kendisini bu arı olmayan zıt güçlere karşı güçlendirmek için göstermesini isterse, düşüncelerini ve arzularını, o zaman kişi arı olan saf seviyeye gelir. Doğuştan içinde bulunduğumuz durumda Yaratan bizden tümüyle gizlenmiş durumdadır. Manevi yolda ilerlemeye başlayabilmek için şu koşullar gereklidir: 1. İçinde bulunduğu durumu dayanılmaz olarak hissetmek. 2. Yaratan’ı en azından bir dereceye kadar hissetmek. 3. Sadece Yaratan’a bağımlı olduğunu hissetmek. 4. Sadece Yaratan’ın kendisine yardımcı olabileceğini görmek. Kendisini ortaya çıkartarak, Yaratan anında arzularımızı değiştirebilir ve içimizde yeni bir öz ve akıl oluşur. Yüzeye çıkan bu güçlü arzular, içimizde bunları dolduracak gücün oluşmasını sağlar. Kişinin özünü tanımlayan tek şey arzularıdır. Arzuların çeşitleri ve kombinasyonları kişinin özünü tanımlar. Aklımızın olmasının tek nedeni arzuladığımızı elde etmek içindir, yani aklımız sadece yardımcı bir araç olarak hizmet verir. Kişi yolunda aşama aşama ilerler, birer birer adımlarla hem arı olmayan (sol) egoistik güçle hem de arı olan (sağ) özgecil güçle yol alır. Sol tarafın güçlerini Yaratan’ın yardımıyla aşarak, kişi sağ tarafın niteliklerini edinir. Yol böylelikle iki ray gibidir – sol ve sağ, Yaratan’a yaklaştıran ve Yaratan’dan uzaklaştıran iki zıt güç gibi, iki arzu gibi – egoizm ve özgecilik. İlk başlangıç noktamızdan ne kadar uzaklaşırsak karşı koyan taraf o kadar güç kazanır. İLERİ DOĞRU İLERLEMEK YARATAN’A BENZEMEYE DOĞRU YOL ALMAKTIR: Bu arzuların ve sevginin benzerliği demektir, (zira Yaratan’ın sevgisi tek kutsal histir ve bizlere yönelik tüm hislerin kaynağıdır). Yaratan’ın bizlere sadece iyilik yapma arzusu vardır, bizi ideal noktaya getirmek ve bu konum ancak Yaratan’a benzer olduğumuz bir konum olabilir, şöyle ki ölümsüzlükle sonsuz haz ve Yaratan’ın bize yönelik hissi gibi O’na yönelik sevgi hissi içerisinde var olmak. Bu halin edinimi Yaratılışın amacı olduğundan, diğer tüm arzular saf olmayan arzular kategorisindedir. Yaratan’ın amacı BİZLERİ KENDİSİNE BENZER NİTELİKLERDE OLMA KOŞULUNA GETİRMEKTİR. Bu amaç bizler ve tüm insanoğlu için biz istesekde istemesekde çok önemlidir. Bu amacı bizim arzulamamız mümkün değildir, bunun basit sebebi bizler bu dünyadayken Yaratan’la bütünleşmekten duyulabilecek tüm zevklerin ve çekilen tüm ızdıraplardan kurtulabilmenin nasıl olabileceğini algılayamamızdandır. Çekilen ızdıraplar Yaratan tarafından bizi ileri itmek için gönderilir, içinde bulunduğumuz çevreyi değiştirmemiz için, alışkanlıklarımızı, davranışlarımızı, bakış açımızı, zira kişi kendisini ızdıraptan kurtarmak için içgüdüsel olarak hazırdır. Izdırap çekmeden onu takip eden bir haz olması mümkün değildir; eğer bir soru yoksa cevap da olamaz; eğer açlık olmazsa doyum olamaz; şöyle ki, her hangi bir his yaşayabilmek için önce o hissin tersini hissetmek gerekir. Dolayısıyla, Yaratan’ın çekim gücünü ve O’na yönelik sevgiyi hissetmek için zıt hisleri; nefret ve fikir, alışkanlıklar ve arzulardan soğumayı yaşamak gereklidir. Boşluktan hiç bir his doğmaz; o hissi edinmek için gerçek bir arzu gerekir. Örneğin, kişinin önce anlayabilmesi öğretilir ki, müziği sevsin. Eğitimsiz bir kişi eğitimli bir kişinin mutluluğunu anlayamaz, zira yoğun ve uzun zamandır harcadığı çabalardan sonra edinmek istediği yeni bir şey bulmuştur. Bir şeye olan arzu Kabala terminolojisinde kab (kli) olarak bilinir, zira haz duyabilmek için bir şeyin eksik olduğu hissi gerekli bir koşuldur. İleri zamanda alınacak zevkin büyüklüğü kabın büyüklüğüne bağlıdır. Bizim dünyamızda bile görüyoruz ki, yemekten alınan zevk kişinin midesinin büyüklüğüne bağlı değildir ama kişinin ne kadar açlık hissettiğine bağlıdır. Yani, arzulananın eksikliğinden kaynaklanan ızdırap kabın büyüklüğünü tayin eder ve bu durum elde edilecek zevkin büyüklüğünü de belirler. Arzuyu doldurup mutluluk duygusunun oluşmasına ışık denir, çünkü kabın dolup haz ve tatminlik duygusunun edinilmesini sağlar. Mutluluk duyulacak bir arzu olabilmesi için öncelikle bir eksiklik hissi olmalı ki kişi bu eksiklikten dolayı kendisini ızdırap içerisinde hissetmeli ve sadece o zaman kabın kişinin almayı beklediği bolluğu almaya hazır olduğu söylenir. Arı olmayan güçlerin (arzuların), klipot olarak da bilinir, yaratılmasının amacı, kişinin içerisinde sonsuz boyutta bir arzu oluşturabilmektir. Eğer klipot olmasaydı, kişi bedensel temel ihtiyaçlar dışındaki arzulara yönelmezdi. Bu yüzden çocuksu bir gelişim seviyesinde kalırdı. Kişiyi yeni zevklere zorlayan klipottur, çünkü sürekli tatmin edilmesi gereken yeni arzular yaratmakta ve kişi böylelikle gelişmektedir. Atzilut dünyasının niteliklerini edinmeye ölülerin diriltilmesi denir, zira bu şekilde kişi arı olmayan (ölü) tüm arzularını arı bir hale getirir. Atzilut dünyasından önce kişi, sanki iki rayda gidiyor gibidir, sadece arzularını zıt olanlarla değiştirebilir, ama tüm arzularını arınmış arzulara çeviremez. Atzilut dünyasına girdikten sonra kişi geçmişteki arzularını ıslah edebilir, böylelikle daha yüksek manevi seviyeleri edinebilir. Bu sürece ölülerin dirilmesi (arzular) denir. Elbette ölülerin dirilmesinden bahsederken fiziksel bedenimizden bahsetmiyoruz, zira bu dünyada tüm yaratılan varlıklar gibi, beden ruh ayrıldıktan sonra çürür ve dağılır ve ruhun varlığı olmadan hiç bir değeri yoktur. Eğer kişisel çabayla kişi iyi olmayan arzuların kontrolünden kurtulur ama hala Yaratan’la arasındaki ilişkide kişiyi olumsuz etkiliyorlarsa, bu arzuların hala içinde olduğunu hissetmesine rağmen, kişinin içinde bulunduğu hale kutsal gün (Şabat) denir. Ancak düşünceleri ve Yaratan’a yönelik arzuları kendisi ya da çevresi tarafından farklı yönlere çekiliyorsa ve kişi bu yabancı düşüncelerin içine girmesine izin veriyorsa (bu koşula kutsallığı kirletmek denir) kişi bu düşünceleri kendisine ait sanır ve yabancı düşünceler olarak görmeyip bunların, önceden kendisini doğru Yaratan’a tereddütsüz götüren düşüncelere nazaran, doğru düşünceler olduğunu sanır. Eğer bir konuda çok uzman olan bir kişi aynı alanda çalışan bir grup ikinci sınıf insanla bir araya gelirse ve kişiyi ruhunu vererek gönülden çalışmaktansa daha az çalışmanın iyi olduğuna ikna ederlerse, o zaman bu büyük uzman yeteneğini zamanla kaybeder. Ama eğer, böyle uzman bir kişi başka dalda çalışan orta seviyeden insanlarla beraber olursa kendisine zarar gelmez, zira kendisiyle diğer çalışanlar arasında bir ilişki yoktur. Dolayısıyla, bir alanda gerçekten başarılı olmak isteyen bir kişi, aynı alanda işlerini bir sanat gibi görüp bu yolda uzman olmak isteyen bir çevreye sokmalıdır. Bundan başka, bir uzmanla, sıradan bir çalışan arasındaki en çarpıcı fark, uzmanın kazandığı paradan ziyade yaptığı işten ve edindiği sonuçlardan zevk duymasıdır. Sonuç itibariyle, kendilerini gerçekten manen yüceltmek isteyenler içinde bulundukları çevreyi ve bu çevredeki insanları dikkatlice incelemeli. Eğer çevre Yaratan’a yönelik inançtan mahrumsa, o zaman maneviyatı arayanlar farklı bir yolda ilerleyenlerin arasındadır; birisinin amacı manen yücelmektir ve diğerininki bu dünyanın zevklerini edinmektir. Dolayısıyla, görüşleri bir tehdit unsuru değildir. Sadece anlık bile olsa görüşlerini, uygulasanız, bu görüşün inançsızlar tarafından oluşturulduğunu görür hayatınızın hedeflerine geri dönersiniz. Ancak, kişi inananlara ve doğru nedenler dışında dini kuralları uygulayanlara dikkat etmeli, zamanından önce hem bu dünyada hem de diğerinde alacakları ödülü düşünenlere. Bu tür insanlardan uzak durmak gereklidir ve senin amaç ve düşüncelerine yaklaştıkça, kendini daha da uzak tutmalısın. Özellikle kişi kendisine “Kabalist” veya gizemci diyenlerden özellikle durabildiğine uzak durmalı, zira kişinin yeni girdiği bu alanda çok zarar verebilirler. Kabala yaratılışı iki parçadan oluşur olarak gösterir: Yaratan ve O’nun tarafından yaratılan ve O’na yakınlığından mutluluk duyan alma arzusu. Yaratan’a yakınlıktan duyulan mutluluk sonsuzluğun kaynağı ve mutlak mutluluk olarak bilinen ruhtur. Ruh tüm arzularımıza benzemektedir ama fiziksel formu yoktur. Yaratılışın sebebi ve amacı Yaratan’ın ruhları memnun etme arzusudur. Ruhun arzusu da Yaratan tarafından memnun edilmektir. Yaratan’ın arzusu ve yaratılanların arzusu birbirlerine yaklaştıkça çözülmeleridir, yani bütünleşirler. Bütünleşmek ve yakınlık niteliklerin ve arzuların benzerliğiyle olur. Bizim dünyamızda da benzer olarak, bazen kişileri kendimize yakın düşünürüz bunun nedeni yakınlık hissinin hissedilmesidir, mesafe yakınlığının değil. Aynı şekilde dünyamızda, aradaki mesafe ne kadar fazla olursa, arzulanan arasındaki engel de o kadar fazladır, şöyle ki arzuladığımız bir şeyi elde edince aldığımız haz o kadar büyük olur. Bu nedenden dolayı, Yaratan ruhu kendisinden en uzak ve en zıt nitelikler içerisine yerleştirir: Tüm zevklerin kaynağı olduğunu tümüyle gizler; Ruhu bir bedene tüm etrafındaki şeylerden zevk alabilmesi için yerleştirir. Kişinin Yaratan’a tutunabilmesini sağlayan metoda ya da öğretiye Kabala denir ve “lekabel” (almak) kelimesinden gelir, Yaratan’dan mutluluk almak. Bu dünyanın kelimeleri ve nosyonlarını ele alarak, Kabala bizlere manevi dünyalardaki yaşamın ilişkisini aktarır. Kabala’ya göre, kutsal kitaplarda yazanlarda (bu Hz. Musa’nın beş kitabı, peygamberlerin kitapları dâhildir), sadece kişiye yaratılışın amacını öğretmek vardır, Kabala şu yazılanlarda bunu görüyor: “Başlangıçta” – kişi kendi üzerinde çalışmanın başlangıcında, Yaratan’a yakınlaşmada, “atalarımız” – kişinin ilk içinde bulunduğu arzular, “put / sanem perestdiler” – insanın yaptığı her şey zevk alması içindi. “Ve sonra Yaratan aralarından bir tanesini seçti” – kişi tüm arzuları arasından bir tek arzuyu seçer, Yaratan’la bütünleşme arzusu “ve ona bir emir verdi, topraklarından ayrıl ve başka bir yere yerleş” – kişinin Yaratan’ı algılayabilmesi için bir arzusunu tüm diğer arzularının üzerine çıkarması lazım (Yaratan’ı algılama arzusu) ve kendisini diğer arzularından uzaklaştırması gerekir. Eğer kişi tüm arzuları arasından sadece bir tane arzu seçebilirse, onu yetiştirip ve sadece o arzuyla yaşarsa, yani Yaratan’la bütünleşme arzusunun içerisinde yaşarsa, o zaman sanki farklı bir hayata geçer, ruhani bir hayata. Eğer kişi bu yolda ilerlemeyi arzularsa veya Yaratan’a yönelik yolda ise, o kişiye “İsrail” denir ve “yaşar – direkt, El – Yaratan’a” kelimelerinden gelir. Dünya, doğuşu ve idaresi dâhil olmak üzere yaratılışı, önceden tayin edilmiş bir plan dâhilinde yaratılışının amacı olan sona doğru ilerlemektedir. Yaratan’a Dönüş İlahi Takdiri uygulayabilmek ve buna ek olarak insanın hareketleri için özgür seçim hakkı olan bir yer verebilmek için, her koşul için iki tane bir birine zıt yönetim sistemi oluşturuldu, şöyle ki her arı pozitif güce karşıt bir tanede zıt arı olmayan bir güç yaratılmıştır. Böylelikle “Keduşa’nın” (arı/kutsal) ABYA dünyaları ve bunlara karşıt olarak “Tumah’ın” (kirli/murdar) ABYA dünyaları yaratıldı. Bizim dünyamızda, arı ve murdar olan dünyaların arasındaki fark ayırt edilememektedir, tıpkı manevi olarak gelişen bir insanla gelişmeyen arasındaki farkın gözle görülemediği gibi. Kişi kendi başına ilerlediğini veya yerinde saydığını göremez ve üzerinde pozitif veya negatif bir gücün etkisi olduğunu da tayin edemez. Dolayısıyla, ilerlediği yolun doğru olup olmadığı konusundaki bilinci ve güveni son derece yanıltıcı olabilir ve genel olarak ta verdiği kararında doğru olmadığını ve seçtiği yolun doğru olup olmadığı da söz konusudur. Ama kişi manevi yolculuğunun başında ise, nasıl yaratılışının ve var oluşunun amacına yönelik doğru yolda ilerleyebilir? İnsan son varış noktasına, kendisinin mutlak ve sonsuz iyi koşulunu, iyi ve kötünün ne olduğunu net olarak algılayamadığı ve anlayamadığı halinden, aldatıcı kısa ömrüne zevk veren şeyler arasında, nasıl bu dünyada doğru yolu bulabilir? Tüm insanoğlu kayıp bir şekilde gezinmekte (sanki bir ormanda gibi) ve varlığının, yaratılışının formülünü açıklayacak ve bu yaratılışın amacına ulaşabileceği ve hatta doğru yolun başında bile olan bir kişi, düşüncelerinin ve arzularının doğru olup olmadığını ölçecek bir konumda değildir. |