e-posta ile Paylaş

GÖNDER

Kabala İlmi, dünyadaki tüm ilimleri kapsar.
Baal HaSulam “Özgürlük”
“Bu ilim, gizliliğin sonunda çocuklara bile ifşa olacaktır.”
Baal HaSulam “Kabala Öğretisi ve Özü”
Son neslin günleri yaklaştığında, çocuklar bile, kurtuluşu ve sonu bilip, bu ilmin sırlarını bulacaklardır.
Sulam’ın Önsözü ile Zohar Kitabı
“Ben’i arayanlar, Ben’i bulacaklar” ve yazdığı gibi , “Aradım ve bulamadım, buna inanmayın.”
Baal HaSulam “On Sefirot Çalışmasına Giriş”
MENÜ

KABALA KÜTÜPHANESİ

Güven

Makale No. 6, Tav-Şin-Mem-Vav, 1985-86

Zohar’da (Toldot, madde 122-125) şöyle yazar: ‘Rabbi Elazar başladı ve şöyle dedi, ‘Sen’den güç alan adama ne mutlu, Yaradan’dan güç bulan ve O’na güvenen adama ne mutlu!’ Güveni, O’na güvenen ve ‘Eğer öyleyse, Tanrımız…’ diyen, yani Yaradan’ın onları cehennem ateşinden kurtaracağına güvenen Hananiah, Mişa’el ve Azariah’ın yorumladığı gibi yorumlayabiliriz. Ama o, bunun böyle olmadığını söyler. Aksine, gel ve gör, eğer O, kurtarmazsa ve Yaradan, onlar için tek ve bir olmazsa, O’nun adı, herkesin gözünde kutsallaştırılmış olmayacaktır. Ancak onlar, gerektiği şekilde ifade etmediklerini anladıktan sonra, yeniden dile getirdiler: ‘Ama O yapmasa bile sana, bilesin, Ey Kralımız’. Onlar şöyle dediler: O kurtarsın ya da kurtarmasın, putlara boyun eğmeyeceğimizi bilmelisin.’

”Ancak kişi, güvenip de, ‘Yaradan beni kurtaracak’ ya da ‘Yaradan bunu veya şunu benim için yapacak’ dememelidir. Tam tersine, olması gerektiği gibi, Tora’nın Mitzvot’unu uyguladığı ve hakikatin yolunda yürümeye çalıştığı zaman, kişi yardım için Yaradan’a güvenmelidir. Kişi, arınmaya geldiğinde ona yardım edilir. Bunun için kişi, Yaradan’ın ona yardım edeceğine güvenmelidir. Kişi, Yaradan’a güvenmeli ve O’ndan başkasına güvenmemelidir. Bununla ilgili olarak ‘Onun gücü, Sen’in içindedir,’  diye yazılmıştır.

”’Kalplerindeki raylar’, kişinin kalbini, içine yabancı düşüncelerin girmemesi için, uygun bir şekilde hazırlaması gerektiği anlamına gelir. Daha doğrusu, kişinin kalbi, içinden, sağa ve sola, ihtiyaç duyulan her tarafa geçmek için inşa edilmiş bir demiryolu gibi olacaktır. ‘Ve kalbi içten ve samimi olacak’, Yaradan, kişiye iyilik yapsa da yapmasa da, kişinin kalbi hazır olacak ve hiçbir koşul altında Yaradan’ı asla sorgulamayacak şekilde düzeltilecektir.

”Diğeri şudur: ‘Gücünü, Sen’den alan adama ne mutlu!’ Bu, şöyle dediğiniz gibidir, ‘Efendi, insanlarına güç verecek’, yani Tora verecektir. ‘Gücünü, Sen’den alan,’ demek, kişi, Tora’ya Yaradan adına, yani ‘İsim’ olarak da adlandırılan Şehina (Kutsallık) için bağlanmalıdır demektir; zira Tora’ya bağlanan ve Lişma’da (O’nun adına) çaba göstermeyen kişi hiç yaratılmasaydı, onun için daha iyi olurdu. ‘Kalplerindeki raylar’, ‘Kırlarda gezinen, adı Efendi olan O’nun için bir şarkı yükselt’, yani kırlarda gezineni, öv dediğiniz gibidir.

”Ayrıca, ‘Kalplerindeki raylar’, şu anlama da gelir; kişi Tora’ya, Yaradan’ı övmek,  dünyada O’na saygı duyulmasını sağlamak ve O’nu önemli hale getirmek amacı ile bağlanmalıdır. Yani kalbini şöyle yönlendirmelidir ki Tora’ya bağlanması kendisi ve tüm dünya için bolluğun bilgisini çeksin ve böylece Yaradan’ın adı tüm dünyada büyüsün. Şöyle yazıldığı gibi ‘Ve yeryüzü Yaradan’ın bilgisiyle dolacak’. O zaman ‘Efendi, tüm dünyanın Kral’ı olacaktır,’ koşulu gerçekleşecektir.

Yukarıdakilere göre, Zohar’ın bize yorumunu yaptığı şöyle dediği güven konusunu anlamak zordur; ‘Ancak kişi, güvenip de ‘Yaradan beni kurtaracak,’ ya da ‘Yaradan bunu ya da şunu benim için yapacak’ dememelidir’’. Zira görüyoruz ki, birisi, arkadaşından ona bir iyilik yapmasını rica ettiğinde, eğer bu kişi arkadaşıysa ve onun iyi kalpli olduğunu biliyorsa, o zaman onun istediğini yapacağına güvenir. Ancak, isteğini yerine getirmese bile, kişinin ona güveneceği nasıl söylenebilir ki? Şöyle yazıldığı gibi, ‘Kişi, güvenmemeli ve ‘Yaradan, beni kurtaracak’ dememelidir’.

Bir başka kafa karıştırıcı nokta da, ‘Kişi, O’na güvenmelidir… O’ndan başkasına değil,’ demesidir. Bununla ilgili olarak, ‘O’nun Gücü, senin içindedir’ diye yazılmıştır. Bunu anlamalıyız, zira bir taraftan, Yaradan’ın onu kurtaracağını söylememesi gerektiğini, yani Hananiah gibi, kendisini kurtarmadığı zaman bile güvenmesi gerektiğini söylüyor. Bu durumda nasıl şüpheye düşmekten ve başka birisine güvenmekten yani elbette ki başka birisinin ona yardım edip kurtaracağından söz edebiliriz ki?

Bu sanki muhakkak onu kurtarabilecek birisi varmış gibidir ve bu yüzden, kendisini kurtaracağını bilmese bile, kişinin, Yaradan’dan başka birine güvenmesi yasaktır. Onu kurtarabilecek birinin olduğu nasıl söylenebilir? Hananiah, Mişa’el ve Azariah örneğini verir; orada, sanki dünyada onları cehennem ateşinden kurtarabilecek başka biri varmış gibi, başka birine güvenmemeleri gerektiği nasıl söylenebilir? Bu söylenebilir mi?

Zohar’ın sözlerini anlamak için, öncelikle yaratılışın amacını, yani Yaradan’ın bir amacı olduğunu ve Yaradan’ın bunu, yaratılıştan istediğini hatırlamamız gerekir.  Ayrıca yaratılanların da bir amacı, yani ulaşmaları gereken bir hedefleri vardır; bu amaçla geldiklerini söyleyebiliriz, yani bu onların yaratılmalarının nedenidir.

Yaradan’ın bakış açısından bilinir ki, bu amaç, O’nun yarattıklarına haz vermek istemesidir. Bu nedenle, onlara haz ve memnuniyet vermek için, yaratılanları yaratmıştır. Ve yaptığı iyiliğin tamamlanmasını istediği için, bir düzeltme yaptı; yaratılanlar, ihsan etmek için almadan önce, ‘haz ve memnuniyet’ olarak adlandırılan bolluğu alamadılar. Bu böyledir, çünkü dalların doğası, köklerine benzemektir. Ve yaratılanların kökü, yaratılanlara ihsan etmek olduğundan, almaya bağlandıklarında hoşnutsuzluk hissederler.

Bu nedenle, Tzimtzum (perde) ve Masah (perde) olarak adlandırılan bir düzeltme yapılmıştır; yaratılanlar, sadece bunlar vasıtasıyla ihsan etmek için alabilirler ve ancak daha sonra yaratılış düşüncesindeki haz ve memnuniyetin tadını çıkarabilirler. Yaratılanların amacı, ‘form eşitliği’ denen Dvekut’u (bütünleşme) elde etmektir. Şöyle ki, Yaradan’ın yarattıklarına haz vermeyi istediği gibi, yaratılanlar da, tek dileklerinin, Yaradan’a ihsan etmek olduğu bir safhaya ulaşmalıdırlar.

Bu nedenle, Dvekut’a ulaşmak için, hakikat yoluna girmek isteyenler, her düşünce, söz ve eylemin, yaptıkları Mitzvot ve bağlandıkları Tora aracılığıyla, Yaradan’a memnuniyet verme gayesine sahip olmasına kendilerini alıştırmalıdırlar. Yaradan’dan, O’nu memnun etmeyi istedikleri için alabileceklerini düşünmemelidirler. Şöyle ki, ‘Yaradan bana ne verecek?’ diye, yani Yaradan’ın otoritesinden çekip, kendi otoritelerine alabileceklerini düşünmemelidirler. Bu, onların iki otorite yaratmasına sebep olur; Yaradan’ın otoritesi ve yaratılanların otoritesi ki bu Dvekut’un zıttadır, birbirleriyle birleştiklerinde, iki şey bir haline geldiğinde, bu Dvekut, birlik anlamına gelir.

Diğer taraftan iki otorite, ayrılığı ima eder. Bu alış, onlar kendilerini düşündüklerinde, Yaradan’dan, kendi otoritelerine bir şeyler almayı düşündüklerinde, onları şimdiye kadar olduğundan çok daha ayrı hale getirir.

Bununla, Zohar’ın, ‘Günah, her insan için bir utançtır, zira ‘Yaptıkları bütün iyilikleri, kendileri için yaparlar’ ayeti hakkında söylediği sözleri anlarız. Bu, şu soruyu gündeme getirir: ‘Merhamet eylemleri ile uğraştıklarında, -yani ihsan ettiklerinde, iyilik yaptıklarında- niyetleri, merhamet eylemi değil, tam tersine karşılığında alacakları ödül olduğundan ki buna ‘kendileri için’ denir, ödüllendirilmediklerini söylemek neden yeterli değildir? Öyle ki, merhameti, başkasına iyilik yapma gayesiyle değil, tam tersine, başkasına yaptıkları iyiliğin, kendilerine ödül getirmesi gayesiyle yaparlar. Alma arzuları için ödül aldıkları sürece, bu ödülün, para mı yoksa itibar mı olduğunun bir önemi yoktur.

Ancak anlamalıyız ki, ‘günah’ derken ima edilen şudur; merhamet etmeselerdi daha iyi olurdu. Bu söylenebilir mi? Ne de olsa merhamet, etmek suç değildir, o halde bu, neden bir günah olarak kabul ediliyor?

Hakikatin yolunda yürümeyi, yani Yaradan’la Dvekut ile ödüllendirilmeyi isteyen, form eşitliğini arzu eden insanlarla ilgili açıkladıklarımıza göre, ‘otur ve hiçbir şey yapma’ koşulunda olduklarında, alma kapları için hiçbir talepte bulunmamaktalar. Böylece, onları, Yaradan’dan uzaklaştıracak hiçbir şey de yapmamaktalar.

Ancak bir merhamet eylemi gerçekleştirdiklerinde, Yaradan’dan, alma kaplarına bir miktar ödül vermesini isterler. Böylece, onları Yaradan’dan ayıracak olan bir şeyler isterler. Bu nedenle, merhamet, günah olarak kabul edilir (ancak bu, Tora ve Mitzvot’a atfedilmez, çünkü Tora ve Mitzvot’a ilişkin olarak bilgelerimiz şöyle söylemişlerdir; ‘Kişi, daima Tora ve Mitzvot’a, Lo Lişma’ya (O’nun adına değil) bağlanmalıdır, çünkü Lo Lişma’dan Lişma’ya (O’nun adına) geliriz’.

Ancak, haz olmaksızın herhangi bir şeyi yapmak imkânsızdır, kuralına göre, bizler, ihsan etmek için ve kendi otoritemize hiçbir ödül almadan, tam tersine, kendimizi O’na karşı iptal ederek ve yalnızca tek bir otoritenin, yani Yaradan’ın otoritesinin kalması için, kendi otoritemizi iptal ederek nasıl çalışabiliriz? Çalışmak için bize güç verecek olan yakıt nedir ki, böylelikle ihsan etmek için çalışabilelim?

Çalışmak için güç veren yakıt, Yaradan’a hizmet etmekten gelmelidir ve bu, Kral’ın önemine göre olmalıdır, zira Yaradan, doğamıza, önemli bir kişiye hizmet etmekten büyük haz alacağımız bir güç yerleştirmiştir. Bu nedenle insan, hazzı, Kral’ın önemine göre hisseder. Şöyle ki, eğer kişi, büyük bir Kral’a hizmet ettiğini hissederse, hazzı, o ölçüde artar. Bu yüzden, Kral ne kadar önemli olursa, kişi çalışmasından o kadar zevk alır.

Kişinin, Kral’a hizmet etmekten aldığı haz, Kral daha büyük olursa, O’nun önünde kendini iptal etmeyi daha çok isteyecek olmasıdır. Böylece kişinin aldığı tüm haz ve memnuniyet, insanın otoritesine girmez, tam tersine kişi, Kral’ın büyüklüğü ve önemi ölçüsünde, Kral’ın önünde kendini iptal etmek ister. Bu nedenle, burada yalnızca, ‘eşsiz ve tek bir otorite’ olarak adlandırılan bir otorite vardır.

Ancak kişi çalışması için, Kral’dan bazı ödüller almayı isterse, o zaman kişi, birbirinden ayrılmış iki otoriteye sahip olur. Dolayısıyla insan, Yaradan’la Dvekut’a ulaşması gerekirken, Yaradan’dan ayrılır; bu da yaratılanların ulaşması gereken hedefin tam tersidir.

Dolayısıyla, çalışmak için kişinin güç bulmasının tek sebebi, Kral’a ihsan edebilmektir. Ancak kişi, Yaradan’ın büyüklüğünü hissettiği safhaya ulaşmadan önce, bedeniyle savaş halindedir, çünkü beden, ödül olmadan çalışmayı kabul etmez. Çünkü büyük bir Kral’a hizmet ettiğini hissetmediği için bundan duyduğu büyük hazdan da yoksundur, bu yüzden çalışamaz. Dahası, inançtan, yani dünyada bir Kral olduğuna inanmaktan yoksundur.

Bilgelerimiz şöyle demiştir (Avot, Bölüm 2): ‘Üzerinizde ne olduğunu bilin. Göz görür ve kulak duyar ve çalışmalarınızın tümü kitaba yazılır’. Kişinin, dünyada bir gözetleyici olduğuna dair inancı olduğunda, O’nun büyüklüğünün ve öneminin hesaplaması başlar. Kişinin, dünyada bir gözetleyici olduğuna dair inancı olduğunda, bu inanç, Yaradan’ın büyüklüğünü dikkate almadığı zaman bile, ona, önemin hissiyatını getirir. Böylece yine de kişi, Yaradan’a hizmet etmek için çalışma gücüne sahip olur’.

Ancak kişi, inançtan yoksun olduğu ve yalnızca kısmi inanca sahip olduğu için (Bakınız; ‘On Sefirot Çalışmasına Giriş’, madde 14), ihsan etmek için çalışmak istediğinde, beden derhal gelir ve yüksek sesle haykırır, ‘Sen deli misin?’ Ödeme olmadan çalışmak istiyorsun ve Kral’a hizmet etmek istediğini, bunun kendisinin büyük bir ödül olduğunu söylüyorsun. Bu, Kral’ı hisseden ve Kral’ın, onların yaptığı her hareketi incelediği insanlara uygundur. Onlar, çalıştıklarını, çünkü Kral’a hizmet etmenin büyük bir ayrıcalık olduğunu söylerler, ama sen söyleyemezsin!’.

Bu, (kötü) eğilimin savaşmasına neden olur: Zaman zaman kişi, bedenin üstesinden gelir ve diğer zamanlarda beden onu yener. Bedene şöyle der: ‘Kral’ın büyüklüğünü hissetmediğim gerçeği, senin suçun, çünkü sen her şeyi, ‘almak için almak’ olarak adlandırılan kendi alanına almak istiyorsun, ama bu anlayışın üzerinde bir kısıtlama ve gizlilik vardır, bu nedenle hakikati görmek imkânsızdır. Bu yüzden, bırak, senin arzunun dışına çıkayım ve ihsan etmek için çalışmaya başlayayım ve Kral’ın önemini ve büyüklüğünü kesinlikle göreceksin. O zaman sen kendin, Kral’a hizmet etmenin değerli olduğuna ve dünyada bundan daha önemli hiçbir şey olmadığına dair benimle hemfikir olacaksın’.

Bu nedenle, kişi, yalnızca ihsan etmek için ve hiçbir şey almamak üzere çalışmak istediğinde ve bütün hesaplamaları, bu çalışma aracılığıyla Yaradan’ı memnun etmekle, vermekle ilgili olduğunda, O’nu memnun etmek isteyip ve kendisini hiç hesaba katmadığında, gerçekten de bu yolda olup olmadığını nasıl bilebilir? Belki de kendini kandırıyordur ve niyeti sadece almaktır? Öyle ki, almak için veriyor ve hakikat yolunda yürümüyordur, yani bütün isteği, vermek için veren olmaktır.

Burada kişi, kendisini, yani kendi niyetini sorgulayabilir. Eğilimin ona gelmemesi ve çalışmasına karşı kendi şikâyetleri ile onu kontrol etmek istememesi için, Yaradan’dan, eğilimle savaşında kendisine yardım etmesi için dua ettiğinde, Yaradan ona, bütün kalbi ve bütün ruhuyla yalnızca O’nun için çalışmak için bir arzu verecektir. Ve kuşkusuz, Yaradan’ın bu duayı duyacağına dair güven duymadan, dua edilemez, çünkü eğer, Yaradan’ın duasını duyacağına dair güveni yoksa O’nun duasını duyduğundan emin değilse, kişi dua edemeyecektir.

Bu şu soruyu gündeme getirir: ‘Kişi, duasının duyulmadığını, yani karşılığının verilmesi gerektiğini düşündüğü gibi verilmediğini gördüğünde, eğer Yaradan merhametli ve bağışlayıcı olduğu için istediğini verecektiyse, o halde neden duası karşılık görmemiştir? Yaradan duasını duymadı mı? Bu söylenebilir mi?

Ancak, kişi, Yaradan’ın duasını duyduğuna inanmalıdır, On sekiz Dua’da söylediğimiz gibi, ‘Çünkü Sen, Sen’in insanlarının, İsrail’in ağzının her duasını merhametle duyarsın’. Ancak, ‘Benim düşüncelerim, senin düşüncelerin değildir’ şeklinde yazılana inanmalıyız. Yani, insan için, onun bütünlüğü, tamlığı için neyin en iyisi olduğunu ve onun tamlığını neyin engelleyebileceğini ancak Yaradan bilir.

Bu nedenle, şöyle demeliyiz; ‘Yaradan her zaman duyar ve insan için en iyi olana göre cevap verir, O’nun bize verdiği işte budur.’ Bu yüzden kişi, bulunduğunu hissettiği safhaların, kendi iyiliği için olduğuna, bunların, Yaradan’ın onun hissetmesini istediği safhalar olduğuna inanmalıdır.

Dolayısıyla sahip olmamız gereken Yaradan’a güven, Yaradan’ın dualarımızı kesinlikle duyduğu ve onlara cevap verdiğidir, ancak bu, bizim anlayışımıza göre değil, Yaradan’ın bize ne verilmesi gerektiğine dair anlayışına göredir. Dolayısıyla güven, öncelikle O’nun herkese yardım ettiğine dair, Yaradan’a güvenmekle ilgilidir, şöyle yazıldığı gibi, ‘Onun merhameti, yaptığı bütün işlerdedir.’ Bu nedenle, bu güven, Yaradan’ın, bizim anlayışımıza göre değil, Yaradan’ın anlayışına göre bize yardım edeceğine dair olmalıdır.

Güvenin kişinin ihtiyaç duyduğunu düşündüğü şeye göre, olması gerektiğini düşünen insanlar vardır ve kişi, insanın anlayışına göre, Yaradan’ın ona yardım etmesi gerektiğine inanmıyorsa, bu Yaradan’a inanmak ve güvenmek olarak kabul edilmez. Tam tersine, kişi, tam da insanın istediği gibi bir güvene sahip olmalıdır.

Bununla, şu söylemlerini sorguladığımızda, Zohar’ın sözlerini anlayabiliriz: ‘Ancak, kişi güvenmemeli ve ‘Yaradan beni kurtaracak’ ya da ‘Yaradan bunu veya şunu benim için yapacak’ dememelidir’. Aksine, kişinin, olması gerektiği gibi Yaradan’ın ona yardım edeceğine güvenmesi gerekir’. O, ‘Kurtarsa da kurtarmasa da’ diyen Hananiah, Mişa’el ve Azariah’tan kanıt getirir’. Zohar, kişi arınmaya geldiğinde ona yardım edildiğini söyler ve bunda kişi, Yaradan’ın ona yardım edeceğine güvenecek, O’na güvenecek ve O’ndan başkasına güvenmeyecektir.

Bununla ilgili olarak, ‘Onun gücü Sen’dedir’ diye yazılmıştır. Şöyle sorduk, ‘Kişinin, ‘güvenini, başka birine yerleştirmemesi, başka birine güvenmemesi’ ne demektir? Ona yardım edebilecek başka biri var mıdır? Zira başka birine güvenmeme emri vardır. O, Hananiah’la ilgili olarak güvenden bahsediyor ve başka birine güvenmeyi yasaklamak zorunda kaldığında, onları cehennem ateşinden kim kurtarabilir?

Mesele şu ki, kişi, çalışmasının tümünün, ‘ihsan etmek için ve kendi menfaati için değil’ koşulunda, Yaradan için olan, hakikatin yolunda yürümek istediğinde, kişi, Yaradan’ın ona neyi vereceğini ve neyi vermeyeceğini, bildiğine inanmalıdır. Kişinin, kendisini kandırmasını engellemesi ve her seferinde Yaradan’a memnuniyet ihsan etme yolunda yürüyüp yürümediğini görmesi için, kendisini görmesi gerekir ve durumu ne olursa olsun kişi, bundan memnun olmalıdır.

Kişi, bunun Yaradan’ın arzusu olduğuna güvenmelidir, böylece hangi safhada olduğunu umursamaz. Aksine çaba göstermeli ve anladığı kadarıyla dua etmeli ve Yaradan’ın kendi iyiliği için ona yardım edeceğine inanmalıdır. Neyin insanın yararına olduğunu ancak Yaradan bilir, insan değil. Burada kişi, Tora ve Mitzvot’a (emirler) bağlanmasını, niyetinin, Yaradan’a ihsan etmeyi istemek ve de kendi menfaati için istemek olup olmadığını, yani gayesinin, almak için ihsan etmek olup olmadığını sorgulayabilir.

Bu nedenle, kişi, çalışmasının düzenini oluşturduğunda ve Yaradan’a duaya geldiğinde, O’nun duasını kabul edeceğine dair Yaradan’a güvenmelidir. İşte o zaman Yaradan’a güvenmelidir yani bu itimadının ölçüsü, Yaradan’ın bakış açısıyla ilgilidir, başkasına güvenmekle ilgili değil.

Ve diğeri kimdir? İnsanın kendisidir. Yani, Yaradan’ın ona yardım edeceğine dair duyduğu güvenin ölçüsü, Yaradan’ın anlayışı gibi olmalıdır, insanın anlayışı gibi değil.

İnsana, ‘diğeri’ denir, bilgelerimizin şöyle söylediği gibi (Sukkah, 45b), ‘Öğrendik ki, Yaradan için çalışmayı başka bir şeyle birleştiren herkesin kökü, bu dünyadan kazınır; şöyle söylendiği gibi, ‘Yalnızca Efendi için’. Bu demektir ki, bu çalışma, ‘alma’ olarak adlandırılan kendini memnun etme olmaksızın, yalnızca Yaradan için olmalıdır. Bunun anlamı şudur; kişi Mitzva’yı (emir) Yaradan için amaçlasa da, biraz bile olsa kendisi için de istediğinde, bu dünyadan kökü kazınır’.

Kişinin ‘bu dünyadan kökü kazınır,’ ne anlama gelir? Çalışmasının tamamını hedeflemekle ödüllenmeyenlerin mi kökü bu dünyadan kazınır? Hangi dünyayı kastettiklerini de anlamalıyız. Öğrendiğimize göre, ‘Yaradan’ın dünyası’ olarak adlandırılan ebedi dünyayı kastediyorlar. Bu, iyilik yapan iyidir olarak adlandırılan Yaradan’ın adının, orada ortaya çıktığı anlamına gelir. Orada, O’nun düşüncesi, -yarattıklarına iyilik yapmak- ifşa olur.

O’nun bu dünyayı yaratma amacı budur ve kişinin, bu dünyadan kökü kazınır. Şöyle ki, insanın, ‘form eşitliği’ denen, Dvekut’la ödüllendirilmesi için olan, Tzimtzum (kısıtlama) düzeltmesi yoluyla, ona ifşa olacak olan haz ve memnuniyet ile ödüllendirilemez. Bu nedenle, kişi birazcık bile olsa kendisi için istediğinde, Yaradan’la Dvekut’tan o ölçüde uzaklaşır ve bu nedenle de yaratılışın amacında var olan, haz ve memnuniyetle ödüllendirilemez. Bu nedenle de kişinin bu dünyadan kökü kazınır.

Yukarıdakilerin tümünü şu izler; kişi kendisini aldatıp aldatmadığını bilmek ve yalnızca Yaradan’a memnuniyet ihsan etme niyeti ile Yaradan’a hizmet etmek istiyor ise, Zohar, ‘yardım etmesi için Yaradan’a dua ettiğinde, kişinin, Yaradan’ın ona kesinlikle yardım edeceğine dair güveni olmalıdır,’ der. Aksi takdirde, kişinin güveni olmazsa, nasıl isteyebilir? Yaradan’ın ona yardım edeceğine inanmıyorsa, dua etmek için yeri yoktur; çünkü onun yardım edebileceğini bilmedikçe, kişi ona yalvarıp rica edemez

Bu nedenle, kişi, Yaradan’a dua ederken, Yaradan’ın ona yardım edeceğinden kesinlikle emin olmalıdır. Ve kişi Yaradan’ın, onun anladığı gibi kendisine yardım etmediğini görürse, Yaradan’dan şüphe eder; Tanrı korusun, duayı duymuyor olabilir. Bu yüzden Zohar şöyle der; kişi dua etmeli ve O’nun kendi anlayışına göre yardım edeceğine kesinlikle itimat etmelidir, zira kişi, bu meselelerle, özellikle kendi menfaati için değil, yalnızca Yaradan rızası için uğraşmak ister.

O halde kişinin Yaradan’a ihsan etmek için nasıl çalıştığı, ne gibi bir fark yaratır ki? Şöyle ki, kişi, hangi safhada olursa olsun çalışıyorsa, bunun, insanın menfaati için olacağını Yaradan’ın gördüğüne inanmalıdır; eğer O, kişiye, Yaradan’a daha fazla haz getirmeyi, insana ait olan bir anlayışa göre yardım ederse, kişinin, Yaradan’a daha fazla neyin memnuniyet vereceğini düşündüğünün bir önemi yoktur.

Aksine kişi Yaradan’a, Yaradan’ın kendi anlayışına göre, kendisine yardım edeceğine güvenmelidir. Zohar’ın dediği budur, ‘Kişi, Yaradan’ın ona olması gerektiği gibi yardım edeceğine güvenmelidir’. Bu, Yaradan’ın anladığıdır, kişinin yalnızca bu safhada olması gerektiği anlamına gelir. Ve kişi, içinde olduğu durumla ilgili olarak, Yaradan’dan, kendisine yardım etmesini istemelidir. (Yani, içinde olduğu durumda, bunun ihtiyacı olan şey olduğunu anlar, anladığı şey ise, ne isteyeceğidir, ama Yaradan, uygun gördüğü gibi yapacaktır.)

Kişinin, Yaradan’ın arzusunu kabul ettiği ve arzusuna göre Yaradan’dan yardım isteyeceğini söylemeye direnmediği ne zaman söylenebilir? Bu, tam olarak kişi, anladığını istediği ve Yaradan’ın, anladığı gibi ona yardım edeceğine dair dua ettiği, buna rağmen, kendi arzusunu, Yaradan’ın arzusu önünde iptal ettiği zaman gerçekleşir. O zaman kişinin, olması gerektiği gibi, yani insanın anladığı gibi değil de, Yaradan’ın anladığı gibi, ona yardım etmesi için, Yaradan’a güvendiği söylenebilir.

Buna, ‘O’nu arzusu önünde kendi arzunu iptal et,’ denir, bilgelerimizin söylediği gibi (Avot, Bölüm 2). Ancak kişinin, ulaşmasında yardımcı olması için Yaradan’a dua ederken, eğer herhangi bir amaca ulaşmak için arzusu yoksa şüphesizdir ki, arzusunu, Yaradan’ın arzusu önünde iptal edeceği ve ‘İstediğimi ve ihtiyacım olduğunu anladığım şeyi istiyorum, ama Sen, bana, uygun gördüğün gibi yapacaksın’ diyeceği söylenemez. O zaman kişinin arzusunu, Yaradan’ın arzusu önünde iptal ettiği söylenebilir.

Ama neden kişinin arzusunu iptal etmesi gerekiyor? Ya iptal etme arzusu yoksa? Bu, sanki tam olmak değil gibidir, zira kişinin Yaradan’ın arzusu ile hem fikir olması; sanki Yaradan’ın arzusundan daha farklı bir arzuya sahipmiş, sanki kötü bir şeyi varmış ve bu kötülüğü iptal etmesi gerekirmiş gibi olmasından daha iyi olduğu kesinlikle mantıklıdır. Peki, kötü bir şeyinin hiç olmaması daha iyi değil midir?

Mesele şu ki, manevi Kli’nin (kap), haz ve memnuniyetin bolluğunu almaya uygun olması için, şu iki koşulu yerine getirmesinin gerektiği biliniyor: 1) Haz ve memnuniyeti alma arzusu olan Aviut’a (kalınlık) sahip olmak 2) Haz ve memnuniyeti, kişinin kendi özlemine ve arzusuna göre almak için değil, ama Yaradan’ın arzusuna göre almak için bir Masah’a (perde) sahip olmak. Bu, ‘Onu Yapana memnuniyet ihsan etmek için almak’ olarak adlandırılır.

Ancak, kişinin alma kapları, yani haz ve memnuniyeti alma özlemi yoksa yukarıdan gelen bolluğu almaya uygun değildir; çünkü bir ihtiyaç olmadan tatmin olmaz. Bu nedenle, kişi, kendisi için bir eksiklik, yaratmaya çalışmalıdır -Yaradan’ın, onu daha yakına getirmesi ve Yaradan’ın verebileceği bolluğu vermesi ve bunu almaya özlem duymasına dair özlem duymak. Aynı zamanda, kişi kendi arzusunu iptal eder ve Yaradan’ın ona yardım edeceğine ve Yaradan’ın onun iyiliği için olanı anladığı şeyi vereceğine güvenmelidir. Bu nedenle, kişinin o zaman, insanın anlayışına göre, Yaradan’ın ona yardım etmemesine dair şikâyeti olmaz.

Bu, kişinin arzusunu iptal etmesi ve ‘Ben görevimi, üzerime düşeni yapıyorum’ demesi olarak kabul edilir; bu demektir ki, benim iyiliğim için olduğunu anladığım şeyi yapıyorum ‘ve Yaradan’ın benim durumumu muhtemelen daha iyi bildiğini anlıyor ve inanıyorum. Sanki Yaradan bana yardım etmiş ve anladığım kadarı ile benim duama cevap verecekmiş gibi, Tora ve Mitzvot’a bağlanıp devam etmeyi kabul ediyorum. Ve isteğime hiçbir cevap vermediğini görmeme rağmen, yine de Yaradan’ın duamı duyduğuna ve benim için iyi olan şeye göre beni cevapladığına inanıyorum. Bu nedenle, her zaman, Yaradan’ın bana, benim anlayışıma göre yardım edeceğine dua etmeliyim ve Yaradan’ın anladığı, benim için iyidir; bana, buna göre yardım eder’.

Bu, şu soruyu getirir: ‘Yaradan, ne olursa olsun kendi anlayışına göre yardım ediyorsa, insanın duası ne içindir?’ Yaradan,  duaya kişinin ettiği gibi cevap vermez, O kendi anladığı gibi yapması gerekeni yapar. O halde, insanın duasının ne faydası vardır? O kendi anladığı gibi cevap verecekse, bizim kendi anlayışımıza göre ihtiyacımız için ettiğimiz duanın O’na ne faydası var?

Şunu anlamalıyız; biz kendi ihtiyacımız için dua ederiz, kesinlikle neye ihtiyaç duyduğumuzu biliriz ve Yaradan’ın bizim onu anladığımız gibi duamıza cevap vermesini isteriz; şöyle ki eğer dileğimizi yerine getirirse biz mutlu bir insan oluruz, çünkü O, bize ihtiyaç duyduğumuzu vermiştir. Bilmeliyiz şu kural vardır; Kli olmadan ışık olmaz. Şöyle ki ihtiyaç yoksa tatmin de olamaz.

Bunu şu takip eder; kişi neye ihtiyacı olduğunu bilse bile, bu, yine de doldurulması gereken bir eksiklik olarak görülmez, zira insanın ihtiyacı olduğunu düşündüğü şey, onun bir eksikliğe sahip olduğu anlamına gelmez. Eksikliğin anlamı, kişinin gerçekten bir şeyden yoksun olmasıdır. Eksiklik, sahip olmadığımız bir şey demek değildir. Sahip olmadığımız pek çok şey vardır, yine de bunlar tatmin edilmesi gereken eksiklikler olarak kabul edilmezler.

Örneğin, diyelim ki, belli bir ülkede bir vatandaş var ve bu ülkede başkanlık için seçimler var ve birisi başkan olarak seçildi; vatandaş, sıradan bir insan olarak kalırken, başkan olmaması ona hiç acı vermez. Ancak bu ülkede başkan olabileceğini düşünen başka biri vardır. Arkadaşlarının ve ünlü insanların arasında, başkan olmasına yardım etmeleri için büyük bir çaba harcamıştır, ama sonunda başka biri başkan olmuştur ve o da sadece bu arzusuyla kalakalmıştır.

Bu iki insan arasında, aynı yokluğa sahip olmalarına yani başkan olmamalarına rağmen, kesinlikle bir fark vardır. Ancak, başkan olmak için çaba gösteren ve tatminsiz kalan kişi ile diğeri, başkan olmamasına rağmen, başkan olmamaktan dolayı acı çekmeyen kişi arasında, muazzam bir fark vardır. Öyle ki, onu başkan yapmak isteselerdi bile, bunun için Kelim’e (kaplar), yani başkanlıkla nasıl başa çıkacağına dair bilgiye sahip değildir.

Daha doğrusu, doyum için Kli, bir şeyler için duyulan arzudur ve arzu, kişinin istediği şey üzerinden acı çekmesidir. Ve kişinin bir şeyler için arzusu olsa ve halen bunun, arzu olarak kabul edildiğini düşünse bile, bu yine de, bu arzuyu, doyumu almak için uygun hale getiren gerçek bir eksiklik değildir.

Bunun sebebi, eksikliğin, kişinin sahip olmadığı bir şey üzerinden acı çekmesi anlamına gelmesi ve doyumun, kişinin istediği şeyi elde etmenin hazzı anlamına gelmesidir. Dolayısıyla, doyumdan, aldığı zevk, eksiklikten duyduğu acıya göredir.

Şimdi, bizim anlayışımıza göre, Yaradan’ın bize yardım etmesi için ettiğimiz duanın ve ‘Çünkü Sen her ağzın duasını duyarsın’ sözüne inanmanın ve aynı zamanda Yaradan’ın her ağzın duasını duyacağına inanmanın ne anlama geldiğini anlamaya başlayacağız. Ancak, Yaradan’ın bizim anlayışımıza göre bize yardım etmesi gerektiğine değil, O’nun anlayışına göre bize yardım edeceğine güvenmeliyiz.

Şöyle sorduk, ‘Yaradan, O’nun anladığı gibi yapacaksa benim duam ne için?’.  Ancak dua, doyum için arzuyu arttırır, çünkü kişi, ne kadar dua ederse, eksiklik onun içinde o kadar büyür. Yani, kişi, dua ettiği şey için, bir eksiklik hissetmeye başlar. Eksikliğinin dolmasını, tamamlanmasını istemeye başladığında, halen istediği şeye gerçekten de ihtiyacı olduğuna dair bir hissiyata sahip değildir. Sadece başkalarının bazı doyumları, istediğini görmüştür ve Yaradan’dan bazı doyumları istememiz gerektiğini dostlarından duymuştur, bu yüzden, Yaradan’a istediğini vermesi için dua etmeye başlamıştır. Ancak, istediği şeye ihtiyaç duyduğunu, gerçekten de hissetmez; bu, henüz kalbine yerleşmemiştir.

Kişi, ettiği pek çok dua yüzünden, istediği şeye gerçekten ihtiyacı olup olmadığını ya da bunun yalnızca bir aksesuar olup olmadığını, yani istediğinin lüks olup olmadığını sorgulamaya başlar. Yani, bir Yahudi olarak yapılması gerekeni yapar, ancak daha iyi bir manevi hayata sahip olmak ve Yaradan’a hizmet eden diğer herkes gibi sıradan biri olmamak anlamında lüksler ister.

Kişinin ettiği duaların bu soruşturması, kişinin, herhangi bir şeyi maneviyatta tutabilmek için, Yaradan’ın yardımına gerçekten de ihtiyacı olduğunu fark etmesini sağlar, zira ettiği dualar, kişiyi, her seferinde neden dua ettiğiyle ilgili kendisini sorgulamaya başladığını fark etmeye getirir. Bilgelerimizin, bizim için belirlediği bu dualara, ne için dua etmemiz gerektiğini söyledikleri şeye, gerçekten de ihtiyacım var mı yoksa başka şeylere, yani bedenimin istemesi gerektiğini anladığı başka şeylere mi ihtiyacım var?

Ortaya çıkan şu olur, duaları çoğaldıkça kişi, yokluğun ona işkence ettiği noktaya kadar, gerçek bir ihtiyaç edinmeye başlar. Bu, kişiye, Yaradan’ın onu daha yakına getirmesi için gerçek bir arzu verir ve bu, Yaradan’ın ona yardım etmesi olarak kabul edilir. Zohar’da yazdığı gibi, ‘Doğrusu, kişi, olması gerektiği gibi, güvenini,  yardım etmesi için Yaradan’a yerleştirmelidir’, yani şuna güvenmelidir ki duaları için Yaradan ona, O’nun kendi anladığı gibi cevap verecektir.

Şimdi Zohar’ın sözlerinin geri kalanını açıklayacağız: ‘Diğer şey: ‘Ne mutlu gücünü senden içine alan adama’, dediğiniz üzere, ‘Efendi, O’nun insanlarına güç verecektir,’ yani Tora’yı verecektir. ‘Onun gücü, Sen’in içindedir’ demek, kişi, Tora’ya, Yaradan, yani ‘İsim’ olarak adlandırılan Şehina (Kutsallık) adına bağlanmalıdır demektir.

Orada, Sulam’da (Zohar’a Merdiven yorumu), ne dediğini anlamalıyız: ‘Yaradan adına, yani ‘İsim’ olarak adlandırılan Şehina (Kutsallık) adına’. Bizim bütün niyetimizin Yaradan’a memnuniyet ihsan etmek için olması gerektiği biliniyor. O halde, Zohar’ın, kişinin Tora’ya, Yaradan uğruna yani ‘İsim’ olarak adlandırılan Şehina adına bağlanması gerekir dediğiyle ilgili söylediklerinin anlamı nedir? Bu, Tora ve Mitzvot’taki bütün bağlılığı, Şehina için yönlendirmeliyiz, hedeflemeliyiz anlamına gelir. ‘Şehina için’ ifadesinin ne demek olduğunu anlamamız gerekir. Ve ayrıca, Zohar’da birkaç yerde şunu da buluruz; Tora ve Mitzvot’taki uğraşımızı ‘Şehina’yı tozdan kaldırmaya’ hedeflemeliyiz. Dolayısıyla Yaradan ve O’nun Şehina’sı ifadeleri arasındaki farkı anlamalıyız.

Önceki makalelerde Baal HaSulam’ın, Zohar’ın ‘O, Şohen (oturan, sakin) ve o Şehina’dır’ dediği, sözleriyle ilgili açıkladıklarını sunduk. Şohen’in ortaya çıktığı yerin, Şehina olarak adlandırıldığını söylemiştir. Bu nedenle onlar, iki şey değil birdirler. Yani, bizler, ışığa ve Kli’ye sahibiz. Başka bir deyişle, bizler, Yaradan’a yalnızca O’nu edinen Kelim (kaplar) aracılığıyla ulaşırız. Bu yüzden, Yaradan’dan söz ettiğimizde, yalnızca, Yaradan’ın bu Kelim yoluyla bize nasıl ifşa olduğundan söz ederiz.

Ancak Kli’siz ışıktan hiçbir şekilde bahsetmeyiz. Yaratılış düşüncesini, Ein Sof (sonsuzluk/sonu olmayan) adıyla, yarattıklarına iyilik yapan, yani iyiliksever olarak adlandırırız. Şöyle ki, iyiliksever, yarattıklarına ihsan eder. Bolluğun ortaya çıktığı Kli’ye, içinde haz ve memnuniyetin ifşa olduğu Şehina olarak adlandırılan Malhut denir.

Dolayısıyla Yaradan, yarattıklarına haz ve memnuniyet ihsan etmek ister, ancak alanların ve verenin arasındaki form zıtlığı nedeniyle, aşağıda olanların, almak için Kelim’i yoktur. Bu nedenle, bu haz ve memnuniyet ortaya çıkmaz. O zaman, dünyada kötü eğilim vardır, çünkü kişi, maneviyatı, yani ihsan etmeyi, kötü olarak ve yalnızca almak için alabileceği şeyi, iyi olarak tasvir eder.

Bu nedenle, aşağıda olanların ihsan etmek için çalışabilecekleri bir yer yoktur, zira kişi, kendisine zarar vermez. Dolayısıyla kişi, ihsan etmek için çalışmak üzere motivasyona sahip olamaz, bundan dolayı haz ve memnuniyet olan üst bolluk, aşağıda olanlara ifşa olamaz.

Bunu şu izler; Yaradan’ın adı, genel adı, ‘İyilik Yapan İyi,’ aşağıda olanlardan saklanmış ve gizlenmiştir. Bu ada, Şehina denir, bu, ‘İyilik Yapan İyi’ ile ilgili olarak Yaradan’ın ismidir ve bu isim, sürgündedir. Yani kişi, ihsan etmek için biraz olsun çalıştığı zaman, bu çalışmada, derhal sürgünü,  böyle bir durumdan kaçmak istediğini hisseder. Bu böyledir, çünkü kendini-sevmeye gömüldüğü sürece, kişinin, ihsan etme çalışmasıyla ilgili hiçbir fikri olmaz ve ihsan etme çizgisinde yürüdüğünü ve hiçbir şey almadığını hissetmeye başladığı zaman, bu onun için karanlık haline gelir ve gönderildiği sürgünden kaçmak isteyen biri gibi, bu durumdan kaçmak ister.

Bu, hükümete karşı suç işleyen ve sürgüne mahkûm edilen bir adamın durumuna benzer. Kişi, daima oradan nasıl kaçacağını düşünür. Benzer şekilde, kişi, alıcının bu çalışmadan hiçbir şey almayacağını hissettiği zaman, çalışmak için arzusu olmaz ve mücadeleden tamamen kaçmak ister. Bu nedenle, o zaman Şehina denen, Yaradan’ın adının sürgünde olduğu kabul edilir, bu, bir kişinin çalışmada sürgünü tattığı anlamına gelir.

Bu nedenle, bizler, Yaradan’a dua eder ve ‘Şehina’yı tozdan kaldırmak için’ Tora ve Mitzvot ile uğraşırız, bunun anlamı şudur, böylece Şehina’nın yani Yaradan’ın adının bu yeri, yani ‘İyilik Yapan İyi’nin’ ortaya çıkacağı ihsan etme kapları ortaya çıkacaktır. Ancak kişi, bu çalışmada tozun tadını alır ve bu da Şehina’nın sürgünde olması anlamına gelir ki orada kişi sürgünün tadını alır ve bu çalışmadan, yani kutsal çalışmadan, Keduşa’dan (kutsallıktan), Yaradan’a memnuniyet ihsan etmekten, kaçmak ister.

Bu nedenle, her birimiz, sürgünden çıktığımızı hissettiğimiz bireysel kurtuluşumuzu talep etmeliyiz. Yani, kişi ihsan etmek için çalıştığı zaman, İsrail’in topraklarında olduğunu hissetmelidir; yani arzusu, yalnızca, Eretz Ysrael (İsrail Toprakları) olarak adlandırılan Yaşar-El’i (Yaradan’a doğru) arzulamaktır.

Bunun işareti, kişinin, yiyecekler için şükrettiğimizde söylediğimiz şeyleri gönülden söyleyip söyleyemediğidir: ‘Arzu edilen, iyi ve geniş toprakları babalarımıza miras bıraktığın için Sana, Efendimiz, Tanrımıza şükredelim’. Yani, genel kurtuluş için dua etmenin yanı sıra, bireysel kurtuluşumuz için de dua etmeliyiz.

Bunu şu izler; kişi, sürgünde olduğu, yani sürgünün tadını hissettiği yerde, ihsan etmenin imajı, kendisi için değil, ama yalnızca Yaradan için olduğunda, sürgünün ve tozun tadını hisseder. Ve kurtuluş zamanında, kişi, sürgünden çıktığında, ihsan etme çalışmasında arzu edilen, iyi ve geniş toprakların tadını hisseder.

Bu nedenle, sürgün toprakları, ıstırabın tadını hissettiğimiz ve daima o topraklardan nasıl kaçacağımızı düşündüğümüz anlamına gelir. Sürgünden çıkmak, kişinin arzu edilen, iyi ve geniş topraklara ulaştığı anlamına gelir. Bu topraklarla ilgili olarak şunu söyleriz: ‘Bırak Sana teşekkür edelim, Efendimiz, Tanrımız’. Buna, Eretz Yaşar-El (Yaradan’a doğru olan toprak (arzu)) denir ve ulaşmaya özlem duymamız gereken kurtuluş budur.

Ancak doğal olarak bir soru gündeme gelir, ‘İhsan etme çalışmasında neden toz tadı hissediyoruz ve bundan, sürgündeki biri gibi kaçmak istiyoruz?’ Bunun pek çok sebebi olsa da, biz, bir tane daha eklemeliyiz; Kli yoksa ışığın olmayacağı kuralı vardır, yani bir eksiklik olmadan doyum olmaz. Bu nedenle, öncelikle sürgüne gitmeli ve çalışmada azabı, işkenceyi hissetmeliyiz, çünkü ‘alma arzusu’ olarak adlandırılan beden, doğasına aykırı olduğu ve acı çektiği için sürgünde hisseder, reddeder ve bu çalışmaya direnir.

Şöyledir; kesin olarak ihsan etme çalışmasına bağlanan ve bedeni buna karşı direnenler, bedenin itirazlarına teslim olmazlar ve bedenin işkencelerinden acı çekerler, yani bedenleri karşı koyar, ancak onlar mücadeleden kaçmazlar, ama her zaman (kötü) eğilimleriyle savaş halindedirler. Zaman zaman kişi galip gelir, bazen de beden galip gelir, bu yüzden kişi, her zaman iniş ve çıkıştadır ve ruhu asla huzur içinde değildir.

O zaman kişi acı çeker, çünkü o, ihsan etme çalışmasına bedenin direndiğini gördüğünde, derhal çalışmadan kaçan diğerleri gibi değildir. Onlar, bedenin direndiğini gördükleri zaman, bedenin yönetimine teslim oldukları,  sürgünün tadını alma çalışmasında olmadıkları için acı çekmezler ve bununla ilgili olarak İsrail topraklarına iftira atan ispiyoncular gibi konuşurlar.

Zohar’ın sözlerini getirdiğimiz önceki makalelerde söylediğimiz gibi, doğal olarak, onların kurtuluşu edinecekleri Kelim’i (kaplar) yoktur, ‘Tora’nın Verilişi’ adlı makalede açıklandığı gibi, sürgün, varlıktan önce gelen bir yokluk meselesidir, bu da kurtuluştur. Bu nedenle, Gola’da (sürgün), Alufo Şel Olam’ı (dünyanın şampiyonu/Yaradan) işaret eden Alef harfi dışında, Geula’nın (kurtuluş) bütün harflerini bulursunuz, bilgelerimizin söylediği gibi. Bu bize, yokluğun formunun, varlığın eksikliği olduğunu öğretir.

Bu nedenle, yiyecekleri kutsamada şunları söyleriz, ‘İzin ver Sana teşekkür edelim’, ‘ve bizi Mısır topraklarından çıkardığı için, Efendimiz, Tanrımız ve bizi kölelerin evinden kurtardığın için’. Bu bize, arzu edilen, iyi ve geniş arazilere ulaşmak, yani Mısır topraklarında olmak için, öncelikle Kelim yapma aşamasından geçmemiz gerektiğini öğretir ve bizler, Mısır Kralı Firavun’a hizmet ettiğimizi görürüz ve sürgün işkencesi, bizi, sürgünden çıkarması için Yaradan’a dua etme ihtiyacına getirir, şöyle söylendiği gibi (Mısır’dan Çıkış, 2:23): ‘Ve İsrail’in çocukları, bu çalışma yüzünden iç çektiler ve haykırdılar ve haykırışları Tanrı’ya ulaştı’. Dolayısıyla sürgün, bir Kli’dir ve kurtuluş, ışık ve bolluktur.

‘Şehina’nın adına, Tora ve Mitzvot’u hedeflediğimiz nasıl söylenebilir?’ dediğimizde, Yaradan’ın adının, -Sulam’da açıkladığı- ‘Yaradan’ın adı’ olarak adlandırılan, Şehina olduğu ortaya çıkıyor; bunu Baal HaSulam’ın söyledikleriyle açıkladık, Şohen (oturan/sakin) ve Şehina bir ve aynıdır ve Şohen’in ifşa olduğu yer, Şehina olarak adlandırılır.

Bunu bir örnekle anlayabiliriz. Birisini zeki, zengin ya da cömert olarak adlandırdığımızda, bu isimler, kişinin kendisinden farklı bir beden anlamına gelen, farklı meseleler midir? Şöyle ki, birisi ‘bilge’ ya da ‘zengin’ diye adlandırıldığı zaman bu bilgi, başkalarının onda ne gördüğüne göredir. Dolayısıyla O’nun adı, yalnızca Yaradan’ın bir ifşasıdır.

Telif Hakkı © 1996 - 2015 Bnei Baruh. Tüm hakları saklıdır.
Bu sitede sunulan tüm materyal, Bnei Baruh Kabala Eğitim ve Araştırma Enstitüsü tarafından dünyanın ıslahı ve hayatın iyileştirilmesi amacı ile sunulmaktadır.
Bu nedenle, içeriği değiştirilmediği ve kaynağına gönderme yapıldığı takdirde, tüm materyalin kullanımına ve dağıtımına izin verilmiştir.
19 - 0,082