e-posta ile Paylaş

GÖNDER

Kabala İlmi, dünyadaki tüm ilimleri kapsar.
Baal HaSulam “Özgürlük”
“Bu ilim, gizliliğin sonunda çocuklara bile ifşa olacaktır.”
Baal HaSulam “Kabala Öğretisi ve Özü”
Son neslin günleri yaklaştığında, çocuklar bile, kurtuluşu ve sonu bilip, bu ilmin sırlarını bulacaklardır.
Sulam’ın Önsözü ile Zohar Kitabı
“Ben’i arayanlar, Ben’i bulacaklar” ve yazdığı gibi , “Aradım ve bulamadım, buna inanmayın.”
Baal HaSulam “On Sefirot Çalışmasına Giriş”
MENÜ

KABALA KÜTÜPHANESİ

Ana Sayfa > Baruh Halevi Aşlag (Rabaş) > Kabala Kütüphanesi > Makaleler > Çalışmada “Öküz Sahibini Bilir, vs, İsrail Bilmez” Ne Demektir?

Çalışmada “Öküz Sahibini Bilir, vs, İsrail Bilmez” Ne Demektir?

Makale No. 42, 1991

 “Öküz sahibini, eşek efendisinin yemliğini bilir; İsrail bilmez, Benim halkım anlamaz” diye yazılmıştır. Sorunun ne olduğunu anlamalıyız, çünkü öküzün bildiğini ve eşeğin sahibinin yemliğini bildiğini, ancak İsrail’in bilmediğini söylüyor. Demek ki insanın hayvandan daha fazla aklı var, o halde İsrail neden bilmiyor ve “Halkım yaratılan varlıkları besleyenin ve onlara rızık verenin kim olduğunu anlamaz” diyor?

“Öküz sahibini bilir” sözünün İsrail gibi olmadığını söyleyebiliriz. Öküz ve eşek, İsrail’in aksine kendilerini kimin beslediğini görürler ve İsrail halkı da kendilerini besleyenin kim olduğunu görmez ve sadece Yaradan’ın onlara ihtiyaç duydukları her şeyi verdiğine inanmak zorundadırlar.

Başka bir deyişle, İsrail halkı Yaradan’ın dünyayı beslediğine ve rızıklarını sağladığına inanmalıdır. Öyleyse soru şudur: Neden öküz ve eşek kendilerine kimin rızık verdiğini biliyor da İsrail bilmiyor? Eğer İsrail öküz ve eşek gibi Yaradan’ın kendilerine yiyecek verdiğini görebilseydi, öküz ve eşek gibi olurdu, öküz ve eşekle aynı bilgiye sahip olurdu. Ama “Elini açarsın ve her canlının arzusunu yerine getirirsin” şeklinde yazılmış olana inanmalıyız, çünkü bu sadece inançla olabilir, öküz gibi bilgiyle değil.

Bu nedenle, “İsrail neden bilmiyor?” sorusunun ne olduğunu anlamalıyız. İlk olarak, Tanrı’nın insana neden inanç verdiğini anlamalıyız. Bu demektir ki, biraz aklı olan herkes anlar ki, eğer Yaradan insanların Tora ve Mitzvot’a [emirlere/iyi işlere] uymasını isteseydi, eğer insan O’nun İlahi takdirini açıkça görebilseydi ve Yaradan’ın dünyayı iyi ve iyilik yapan bir rehberlikle yönettiğine inanmak zorunda olmasaydı, aksine herkes O’nun İlahi takdirini görebilseydi, o zaman tüm dünya Yaradan’ın hizmetkârı olur ve Tora ve Mitzvot’u sevgiyle uygulardı.

Açık İlahi Takdir şöyle yazılmıştır (“On Sefirot Çalışmasına Giriş,” Madde 43): “Örneğin, Yaradan yarattıklarıyla açık bir İlahi Takdir oluştursaydı, örneğin, yasak bir şeyi yiyen herkes hemen boğulur ve bir emri yerine getiren herkes bu maddesel dünyadaki en güzel hazlara benzer harika hazları keşfederdi. O halde, hangi aptal bu yüzden hayatını hemen kaybedeceğini bile bile yasak bir şeyi tatmayı düşünür? Ayrıca, hangi aptal herhangi bir emri mümkün olduğunca çabuk yerine getirmeden bırakır?”

Peki Yaradan neden bunu yapmadı da her şeyi bilmemiz gereken şekilde değil de inanmamız gereken şekilde yarattı? Baal HaSulam, Yaradan’ın her şeye kadir olduğuna inanmamız gerektiğini söyledi. Öyleyse neden özellikle bilgi yolundan değil de inanç yolundan gitmemizi seçti? Yaradan, yaratılış amacına nihai olarak ulaşmak için inanç yolunun daha iyi olduğunu anlamış olmalı ki bize inanç yolunu verdi.

İnançla ilgili olarak birçok yorum vardır. Yani, her biri kendi anlamına sahiptir. Ancak gerçekte, kişinin seçtiği herhangi bir inanç anlayışına “inanç” denir. Bu, “On Sefirot Çalışmasına Giriş “te (Madde 14) belirtildiği gibidir: “‘Tora’sı zanaatı olan kişi’ ifadesini, kişinin inancının ölçüsünün Tora uygulamasında açıkça görüldüğü şeklinde yorumlamalıyız çünkü Umanuto [zanaatı] kelimesinin harfleri [İbranice’de] Emunato [inancı] kelimesinin harfleriyle aynıdır. Bu, dostuna güvenen ve ona borç para veren bir kişinin durumuna benzer. Ona bir pound verebilir ama iki pound isterse ona borç vermeyi reddeder. Ona yüz pound da verebilir ama daha fazlasını veremez. Ayrıca, hiç korkmadan tüm mal varlığını da ona emanet edebilir. Bu son inanç ‘tam inanç’ olarak kabul edilir ve önceki formlar ‘eksik inanç’ daha ziyade ‘kısmi inanç’ olarak kabul edilir. Benzer şekilde, biri Yaradan’a olan inancı ölçüsünde Tora’yı uygulamak ve çalışmak için kendine günde sadece bir saat ayırır ve üçüncüsü Tora ve çalışma ile meşgul olmadan boş zamanının tek bir anını bile ihmal etmez.”

Yukarıdakilere göre, her Yahudi’nin inanç niteliğine sahip olduğunu görüyoruz. Peki, Yaradan neden özellikle inanç yolunu seçmiştir? Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi, inanç yolu bir kişinin yaratılış amacına ulaşması yani O’nun yaratılış düşüncesindeki “yarattıklarına iyilik yapma arzusu” olan haz ve memnuniyeti edinmesi için en mükemmel yoldur.

Ancak, amacın tamamlanmasına ulaşmak için kişinin izleyebileceği yolların neler olduğunu anlamalıyız. Cevap, insanın yaratılışın ıslahını gerçekleştirmesi gerektiğidir. Bu, Yaradan’ın yaratılanlarda yarattığı alma kaplarının, bu arzunun, arzusu ihsan etmek olan Yaradan’dan form olarak zıt olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla, insan ihsan etme arzusunu edinerek kendini ıslah etmelidir. Buna “yaratılışın ıslahı” denir ve insanın tüm çalışması budur, Yaradan’la “form eşitliği” demek olan Dvekut’u [bütünleşmeyi] edinmek.

Dolayısıyla, eğer Yaradan’ın dünyayı yönlendirdiği rehberliğin iyi ve iyilik yapma şeklinde olduğu ifşa olsaydı, insanın seçmesi, yani ihsan etmek için Tora ve Mitzvot’u yerine getirmesi tümüyle imkânsız olurdu. Aksine, başka bir sebep kişiyi ceza olan Tora ve Mitzvot’u yerine getirmeye zorlardı, yani “On Sefirot Çalışmasına Giriş” bölümünde söylendiği gibi, Yaradan’ın emri nedeniyle değil, kendi menfaati için yerine getirirdi.

Dolayısıyla, O’nun rehberliği gizlidir ve insan inanmalıdır ve ondan sonra seçim için yer olacaktır. Başka bir deyişle, kişinin ihsan etmek üzere çalıştığını söylemek için yer vardır. Bu demektir ki, kişi Tora ve Mitzvot’tan hiçbir tat almamasına rağmen Tora ve Mitzvot’la meşgul olur, yani Tora’nın tadı ve Mitzvot’un tadı onu bunları yerine getirmeye zorlayan sebep olarak gösterilemez, çünkü henüz hiçbir tat almıyordur.

Ancak hazzın bilindiği ve inanılmadığı maddesel hazlarda, kişinin bir şeyde gördüğü haz onu bu hazzı almaya zorlar. Bu nedenle, eğer Tora ve Mitzvot’taki haz ifşa olsaydı -ARI’nın dediği gibi, gerçek haz vardır, maddesel hazlar sadece “ince bir ışık” olan Klipot’a [kabuklara] düşen kutsal kıvılcımlardan daha fazlası değildir -Tora ve Mitzvot’taki haz ifşa olsaydı, yaratılanlar kesinlikle kendi menfaatleri için Tora ve Mitzvot’u yerine getirmeye zorlanırlardı.

Kişi Tora ve Mitzvot’u, içinde herhangi bir tat hissettiği için yerine getirmiyorsa, durum böyle değildir. Aksine, kişi bazen Tora ve Mitzvot’u, bedeni buna karşı çıksa da zorlama ile yerine getirir. Yine de şunu sormalıyız: Neden kişi kendini zorluyor ve dinlenmek isteyen alma arzusunun üstesinden geliyor? Kişi, insan ile hayvan arasındaki tüm farkın bu olduğunu söyler. Bir hayvanın beyni yoktur; ne yapacağını ya da yapmayacağını sadece haz belirler.

Oysa akılla doğmuş olan insan artık hazza temel olarak yani bu onun rehberidir ve nerede daha fazla haz varsa oraya gitmesi gerekir diye bakmaz. Aksine, kişi her zaman hakikat yolunda yürümesi gerektiğini düşünür, yani çalışmanın ölçüsünün hakikat olduğunu düşünür. Kişi bu yolda yürür ve haz duygusuna bakmaz, onun rehberi budur. Bunun yerine kişi her zaman hakikati, şu anda yapmak üzere olduğu şeyin kendisi için gerçekten iyi bir şey getirip getirmeyeceğini düşünür.

Bu nedenle, kişi ” inanç” olarak adlandırılan cennetin krallığını üstlendiğinde, Yaradan rızası için Tora ve Mitzvot ile meşgul olmak istediğinde ve Yaradan’a memnuniyet getirmek istediğinde, yaptığı şeyi değil, gerçeği dikkate alır. Başka bir deyişle, Yaradan bize Tora ve Mitzvot’u verdiğine göre, O’nun Mitzvot’una uyarak O’nu memnun etmek için O’nun arzusunu yerine getirmek ister.

Bu nedenle, örneğin bir kişi Tzitzit [saçaklı zorunlu bir Yahudi iç giysisi] taktığında, bedenin Tzitzit takmasından hoşlanıp hoşlanmayacağına bakmaz, özellikle de bilgelerimizin dediği gibi (Şabat 133) çok güzel bir Tzitzit takmaya dikkat ettiğinde, “Bu benim Tanrımdır ve O’nu öveceğim. O’nun önünde kendinizi Mitzvot ile süsleyin. O’nun için güzel bir Suka [Çardaklar Bayramı çadırı], güzel bir Lulav [Çardaklar Bayramı palmiye dalı], güzel bir Şofar [üflemek için koç boynuzu], güzel bir Tzitzit, güzel bir Tora kitabı yapın.”

Ancak kişi her zaman Yaradan’ı nasıl memnun edebileceğine bakar. Yani, Yaradan’ın bize Yaradan’ı sevme emrini vermesinin, Yaradan’ın bizim sevgimize ihtiyacı olduğu için olmadığını bu akılla anlar. Aksine, Yaradan’ın bize yapmamızı ve emirlerine uymamızı emrettiği her şey sadece bizim iyiliğimiz içindir. Başka bir deyişle, kişi bu sayede yaratılış amacına, yani O’nun yarattıklarına iyilik yapma amacına ulaşacaktır.

Ancak kişi, başkalarının iyiliği için değil, kendi iyiliği için “alma arzusu” denen bir doğaya sahip olduğunu bilir. Bu durum, insanın bir hayvan gibi olmadığını, özellikle nerede haz alacağını hissederse, orada haz almak için çaba gösterebileceğini söyleyebileceğimizi anlamasına rağmen, bunu söylemesini zorlaştırır. Ancak, kişiye Yaradan’ı sevmesi gerektiği söylenirse, kişi bunu ancak Yaradan’ın yüceliğini ve önemini gördüğünde anlayabilir, ancak o zaman sevgiden bahsedebiliriz.

Ama kişi Yaradan’ın önemini görmez ve inanmak zorunda kalırsa, işte burada insanın çalışması yani insan niteliğiyle ilgili olan çalışma, hayvan niteliğiyle ilgili olmayan çalışma başlar, çünkü inanç konusu bir hayvanın çalışması değil, insanın çalışmasıdır.

Bununla birlikte, inancın ölçüsü hayvanın sahip olduğu bilginin ölçüsüyle aynı olmalıdır. Aksi takdirde, onun için inanç ve bilgi arasında bir fark varsa, bu yine de “inanç” olarak kabul edilmez.

Başka bir deyişle, insan hayvan gibi olmalıdır: Hayvan nasıl sadece gördüğünü biliyorsa, insan da hayvanın bildiği gibi inançla hareket etmelidir. Aksi takdirde insan ile hayvan arasında ne fark kalır? Dolayısıyla, inanç bilgi gibi olmalıdır.

Yukarıdakilere göre, “Öküz sahibini bilir, eşek sahibinin yemliğini; İsrail bilmez, Benim halkım anlamaz” diye yazılanlar hakkında ne sorduğumuzu yorumlamalıyız. İsrail’i nasıl öküz ve eşeğe benzetiyor? Sonuçta, öküz ve eşek kendilerini kimin beslediğini görürken, İsrail görmüyor ve inanmak zorunda, bu durumda benzerlik nerede?

Cevap şudur: İnsan ve hayvan arasındaki temel fark, hayvanın bilgisinin olmamasıdır. Bu nedenle, hayvanlar arasında bir eylemi gerçekleştirip gerçekleştirmemeyi belirleyen tek şey haz duygusudur. Ancak aklı ve bilgisi olan insan için, meseledeki hazzı değil, meseledeki hakikati göz önünde bulundurmak gerekir.

Bu nedenle, bize inanç verildiğinde, “ve onlar Efendimize ve kulu Musa’ya inandılar” diye yazıldığı üzere, O bize bu çalışmayı verdiğinde, İsrail’in bilme yani inanç koşulunda olması gerekir, bu da tıpkı bilmenin hayvanlar için olduğu gibi İsrail’in üstlenmesi gereken bir şeydir.

Bununla ilgili bir soru var: İsrail’deki inanç neden hayvanlar için bilmekle aynı olmalıdır, bunun onların temeli olduğu düşünülürse? Ve ayrıca, İsrail neden ” anlamaz”, yani inançları bilgi gibi değildir?

“Benim halkım anlamaz” diye yazılmıştır. “Halkım” “sıradan insanlar” anlamına gelirken, “İsrail” zaten daha yüksek bir derecedir, çünkü İsrail’in Li-Roş [başım var] harflerine sahip olduğu bilinmektedir. Bu yüzden “İsrail anlamaz” diyor. Neden? Çünkü “Benim halkım anlamıyor”. “Benim halkım” olduklarında, edinmeleri gereken inancın ölçüsünü anlamak için, kısmi inancın inanç için yeterli olduğunu düşündüler. Bu nedenle, azla yetindiler ve kendilerinin “İsrail” olduğunu düşündüler, ancak yine de “tam inanç” ile ödüllendirilmediler, ki bu durum hayvanlardaki bilmeye benzesin.

Buradan, çalışmanın düzeninin, kişinin bilmek gibi olan inanca ulaşması gerektiği sonucu çıkar. Başka bir deyişle, kişi Yaradan’ı hoşnut etmek için her şeyi yapmamız gerektiğini anlamaya başlar. Bu nedenle, kişi bu yolda yürürken, bedeninin yapmak istediği şeyden hoşlanmadığını gördüğünde, bedenine şöyle demelidir: “Senin hoşuna gidecek bir şey yapmayacağım; Yaradan’ın hoşuna gidecek bir şey yapacağım. Bu nedenle, benden istediğin şey, sen kabul edene kadar bunu yapmaktan kaçınmam, Yaradan’ın rızası için yaptığım şeyi hesaba katmıyorsun.”

Ama beden sorar, “Yaradan’ın rızası için çalışmaktan ne elde edeceksin?” yani “Bundan ne zevk alacaksın?” Sonuçta, kişi ödül olmadan hiçbir şey yapmaz, o halde “Bunun karşılığında almayı umduğun ödül nedir?”

Cevap, “Ve onlar Efendimize ve O’nun kulu Musa’ya inandılar” diye yazıldığı üzere, bize inanç Mitzvası [Mitzvot’un tekrarı] verildiği şeklinde olmalıdır: “Ben de büyük bir Kral’a hizmet ettiğime inanıyorum, ancak Yaradan’ın yüceliğini hâlâ hissetmiyorum. Yine de O’nun yüceliğine inanıyorum ve yüce bir Kral’a hizmet etmekten zevk alıyorum ve bu benim için bir zevktir. Bu nedenle, tüm soruların sadece inançla ilgili olabilir. Ama tam bir inançla inandığımda, inancım bilmek gibidir.”

Bir kral ya da yüksek rütbeli bir bakan ya da ünlü biri, üstün bir kişi hakkında bilgi sahibi olduğumuzda, bu büyük kişinin önünde teslim olmanın doğamızın bir parçası olduğunu görürüz. Bunun dinle hiçbir ilgisi yoktur; küçüklerin büyüklere hizmet etmesinin bir ayrıcalık olması doğanın bir kanunudur. Ancak büyüklük ve küçüklüğün ifşa olmadığı ve inanmamız gereken yerde bir çalışma vardır çünkü insan doğası gereği aklıyla görmediği ve anlamadığı sürece hiçbir şey yapamaz.

Dolayısıyla, kişi inancı bilmek gibi kendi üzerine aldığında, artık bedenle tartışmasına gerek kalmaz, çünkü bedene şöyle der: “Bana her şeyi söylediğini görüyorum çünkü tek bir şeyi, kendi üzerime aldığım inancı kabul edemeyeceğini söylüyorsun. Dolayısıyla, inanç hakkında böyle bir iddiayla, seninle tartışacak hiçbir şeyim yok. Bu nedenle sana şu anda ne yaptığımı söylüyorum ve sen bunu kabul etmiyorsun. Yine de senin rızanı beklemiyorum, çünkü benim için inanç bilgi gibidir.”

Bu nedenle, insanın tüm çalışması inancın gücünü edinmektir, çünkü insan içindeki kötülüğü tartışarak yenemez, zira dışsal akılda beden her zaman haklıdır. Ancak kişi bedene mantık ötesi bir inançla karşılık verirse bedeni yenebilir.

Bu nedenle kişi Keduşa’da [kutsallık] bir şey yapmadan önce, şimdi yapacağı Keduşa eylemi sayesinde, çalışmasının karşılığında inancı alacağına hazır olmalıdır. Yaradan’a inançtan başka bir şeye ihtiyacı olmadığına inanmalıdır ve Yaradan ona inancı, mantık ötesi şeyler yaparak, yani zorlama ile verdiğinde edinebilir. Bu, kişinin çoğu zaman kendini zorlaması ve zorlama sayesinde Yaradan’ın yüceliğine ve önemine olan inançla ödüllendirilmeyi amaçlaması gerektiği anlamına gelir.

Ancak kişi bilmelidir ki, ihsan etmek için çalıştığında, yükselişleri ve düşüşleri olacaktır. Bu böyledir, çünkü yükselişler ve düşüşler sayesinde kişi iyiyi kötüden ayırt etme yeteneğini ve fırsatını elde eder, çünkü bilinmektedir ki kişi sahip olduğu şeyin zıddına sahip olmazsa hiçbir şeyi yeterince anlayamaz.

Bu konuda, “karanlığın içinden gelen ışığın avantajı gibi” diye yazılmıştır, yani karanlığın içinden gelmedikçe ışığın önemini fark edemeyiz. Kişi karanlıktan dolayı acı çekmiş ve eziyet görmüştür, bu yüzden ışık geldiğinde onu nasıl takdir edeceğini bilmiştir. Aynı şekilde bir kişi, karşısında düşüşler olmadıkça yükseliş koşulunun önemini takdir edemez. Ancak o zaman ışığın, yani yükselişin önemini takdir edebilir.

Öte yandan bu, bir bebeğe mücevher ve taşlar vermeye benzer; bebek bunların değerini bilmez ve insanlar gelip ondan iyi şeyleri alır, çünkü bebek mücevherleri neden saklaması gerektiğini bilmez. Doğal olarak, isteyen herkes çocuklardan iyi şeyleri alır.

Aynı şekilde, Keduşa’nın [kutsallığın] değerini bilmeyen bir kişiye, çalışmasında ilerlemesi için biraz Keduşa verilirse, Sitra Ahra [diğer taraf] gelir ve onu ondan alır, çünkü edindiği azıcık Keduşa’nın Sitra Ahra’nın Keduşa’yı elinden çekip almaması için dikkat gerektirdiğini anlayamaz.

Bu nedenle, kişi düşüş yaşadığında, sahip olduğu şeylerin Reşimot’u [hatıraları/anıları] ile kalır ve o zaman Sitra Ahra’nın onu elinden çekip almaması için nasıl dikkatli olması gerektiğini bilir. Bu nedenle, kişi Yaradan’ın her şeyi yaptığına inanır ve Yaradan’ın her şeyi insanın iyiliği için yaptığına şüphe yoktur, bu nedenle aldığı düşüşlerde, Yaradan’ın ona bu koşulları kendi iyiliği için gönderdiğini söyler.

Bu kişiye, Yaradan’ın kendisini gözettiğini görmemesine rağmen mücadeleden kaçmama gücü verir, yani kişi Yaradan’ın kendisine yardım ettiğini hisseder. Kişi çalışmasında ilerlememekle kalmaz, hatta geriler. Yine de eğer Yaradan’ın ona düşüşler göndererek yardım ettiğine inanırsa, o zaman artık mücadeleden kaçmaz.

Bunun yerine, Yaradan’ın ona yardım ettiğini, ancak kişinin anlayacağı şekilde, yani yükselişlerde yardım etmediğini söyler. Aksine, Yaradan ona düşüşler aracılığıyla yardım eder. Bu yüzden bu inanç onu daha güçlü kılar ve böylece mücadeleden kaçmaz. Bunun yerine, Yaradan’ın yardımını bekler ve Yaradan gözlerini açana ve Yaradan’la Dvekut ile ödüllendirilene kadar çalışmaya devam edecek güce sahip olmak için dua eder.

Yukarıdakilere göre, bilgelerimizin söylediklerini (Berachot 54), “Kişi iyiyi kutsadığı gibi kötüyü de kutsamalıdır” şeklinde yorumlamalıyız. Bunun anlamı şudur: Eğer kişi Yaradan’ın dünyayı iyi bir şekilde yönettiğine ve iyilik yaptığına inanıyorsa, neden içinde kötülük olduğunu hissediyor? Sanki Yaradan ona kötülük yapıyormuş gibi. Bu nedenle, bilgelerimiz kişinin bu kötülüğün daha iyisi için olması gerektiğine inanması gerektiğini söylemişlerdir.

Çalışmada, kişinin “tüm eylemlerinin Yaradan’ın rızası için olduğu” bir şekilde çalışmaya başladığında, yani yaptığı her şeyin kendi iyiliği için değil Yaradan’a ihsan etmek istediği için olduğunu gördüğümüzde, o zaman yükseliş ve düşüş koşullarına girdiğini anlamalıyız.

İnanç onun için parladığında, kişi yükseliş halindedir. Yani, sadece Yaradan’ın rızası için çalışmanın değerli olduğunu anlamıştır. Sonrasında bir düşüş gelir, “Kendi iyiliğim için değil de Yaradan’ın rızası için çalışarak ne elde edeceğim?” gibi düşünceler aklına gelir. Bazen yaşadığı düşüş o kadar derindir ki mücadeleden kaçmak ister.

O zaman soru şudur: Neden ihsan etme çalışmasına başlamadan önce her zaman yüksek bir ruh hali içindeyken, şimdi çoğu zaman çalışmadan tamamen uzak olduğunu ve her şeyi zorla yaptığını hissediyor? Ama bir kural vardır, “bir Mitzva bir Mitzvayı tetikler”, öyleyse neden bir düşüş almıştır?

Cevap şudur ki, bir kişinin “kötülük koşulu” olarak adlandırılan düşüşte olduğunu hissetmesi de onun iyiliği içindir, çünkü özellikle her ikisi ile Yaradan’ın yardımı ile ödüllendirilebilir. “Kişi kötülüğü kutsamalıdır ” sözünün anlamı budur.

Telif Hakkı © 1996 - 2015 Bnei Baruh. Tüm hakları saklıdır.
Bu sitede sunulan tüm materyal, Bnei Baruh Kabala Eğitim ve Araştırma Enstitüsü tarafından dünyanın ıslahı ve hayatın iyileştirilmesi amacı ile sunulmaktadır.
Bu nedenle, içeriği değiştirilmediği ve kaynağına gönderme yapıldığı takdirde, tüm materyalin kullanımına ve dağıtımına izin verilmiştir.
19 - 0,092