İnsanın doğası öyle ki her zaman kendisini geleceğe çevirmektedir, büyüyüşü, ilerleyişi. İnsana yolu sanki “aşağıdan yukarıya” doğruymuş gibi gözükür, gelecekteki halleri sanki daya büyükmüş gibi ilişkilendirir, şimdi ki halinden daha iyi gibi.
İnsan yaratılışı gereği her zaman bir sonraki koşulunun öncekinden daha iyi olması isteğiyle yaşar.
Ve insan geleceğe yönelik bir arzuyla yaratıldığından, fiziksel doğumunun öncesini hissedemez ve algılayamaz.
Ayrıca içinde her hangi bir arzunun nasıl doğduğunu da hissedemez; “ben”liğini teşkil eden maddenin kökünün ne olduğuna dair hiç bir fikri yoktur.
Kişiyi doğuran derece, yani bir önceki manevi haline “baba” (“atalar”, “anne ve baba”) denir. En yüksek derece insanın içerisinde yeni bir niteliğin doğmasına sebep olur.
Ama kişi her arzusunu aldığı bir dereceye nasıl tutunabilir ve geleceği nerededir?
Birden, kişinin içinde bir şeyi başarma arzusu çıkar: birden bir şeyi almak ister, bilmek ister ya da anlamak ister. Ancak bu düşünce kendisine yukarıdan süzülen arzunun doğurduğu sonuçtur. Bu aşağı kişiye yukarıdan inen arzu kişiye gelen düşünceye ve takip eden harekete yani istediğini elde etmesine neden olacak hareketi yaptırtır.
Bu nedenden dolayı insan ilk sayfaları eksik bir kitap gibidir. Ve kendisini eksik “dünyevi” nitelikleriyle incelediği zaman kendisiyle ilgili hiç bir şey anlamamaktadır – sadece geçmişi değil, geleceği de, bize anlamışız / anlıyormuşuz gibi gelmesine rağmen.